Sayfalar

21 Eylül 2010 Salı

ÖZLEDİM!



Babamın omuzlarında gezip dondurma yerken baktığım İstanbul’u özledim..
Yüksek tepelerden uçurtma uçurduğum, arkadaşlarımla oyunlar oynadığım, türlü türlü çocukça hikayeler uydurup büyük bir iştahla anlatırken insanların beni gülen ve meraklı gözlerle dinlemesini, uçan balonların evini bulutların hemen ardında sandığım uzaya doğru özgür bırakışımı ve gözden kaybolana kadar izleyip mutlu olduğum çocukluğumu özledim…

Hani her şeyin hep böyle tos pembe, mutlu ve neşeli günlerle devam edeceğini düşündüğümüz zamanlar var ya, en büyük derdimizin bir paket çikolata, uçan balon ve yeni bayramlık kıyafetler olduğu zamanlar, işte onları özledim…

Ne zamanlardı ama daha dün gibi aklımda hala. Aslında ben daha dün çocuktum yattık kalktık, yattık kalktık o da ne büyümüşüz hemen ve maalesef hiç de adil olmayan hayat mücadelesine girivermişiz bile. Ama ben istememiştim ki hemen büyümeyi daha erkendi bence, oynayacağım oyunlar, yiyeceğim çikolatalar, pamuk helvalar vardı, bazen düşüp kolumu bacağımı yara bere içinde bırakacağım oyunlar vardı…

Lunaparka gidip bayılana kadar binecektim balerine, gondola, çarpışan arabayla babamın kullandığı renkli arabaya çarpıp kahkaha atacaktım …
Ama uyuduk uyandık büyümüşüz bile anlayamadan. Bizimle birlikte her şeyde değişmiş.
Eski tadı kalmamış bayramların, dostlukların, aşkların, batan güneşin, mevsimlerin, dünyanın…Her şey çıkar ilişkisi çemberinde ilerler olmuş nerdeyse…

Bayramlardaki eski tat kalmış sadece ağzımızda, ziyaretler öylesine olmuş, dostluklar ben bundan ne koparırım, ne kazandırır bana acaba diye kurulan düşüncelerle ilişkilendirilir olmuş, aşklar desen eskiden birbirine kıyamazken şimdi ise öylesine yaşanır olmuş istisnalar hariç, belki de aşk dediğimiz şey geçmiş yüzyıllardan birinde hapsolup kalmıştır kim bilir…

Batan güneş eskisi gibi ışıldayarak batmıyor denizin üzerinde dans ederek ve doğan güneş heyecan vermiyor insana,
mevsimler zaten yine bizlerin yüzünden kendini şaşırmış durumda, dünya desek evet dönüyor hala ama sanki o da çok mutsuz üzerinde yaşanan kötülük ve mutsuzluklardan dolayı…

Şirinler’i izlemeyi özledim ben çocuk olmanın verdiği saf heyecanla “kaaççınnn gargamel geliyoo” diye bağırarak, deterjanla suyu bir kabın içinde karıştırıp baloncuk üfleyip kahkaha atmayı özledim, kartopu oynamayı özledim burnum kızarana kadar, gök gürültüsünden korktum bahanesiyle annemle babamın yanında yatmayı özledim, çocukken yediğim keşkülün, sütlacın, aşurenin tadını özledim, gezmeye gittiğimde annemle babamın ellerinden tutarak hoooppp diye kaldırımlara atlamayı özledim, oyun oynarken mızıkçılık yapmayı özledim, arkadaşlarımla küçük tatlı sırları paylaşmayı özledim, düşüp bacağımı yaraladığımdaki acıyı bile özledim ve yaranın kabuğunu yolmayı elbette…

Bugünlerde çok şeyi özledim kısacası ama en çok da hayata umut dolu gözlerle baktığım mutlu ve neşeli küçük bir kız olarak babasının omzundan hayatı seyreden çocukluğumu özledim…

7 Mayıs 2010 Cuma

Şebnem..

Şebnem bitkin bir şekilde metroya bindi.Kendisini metronun koltuğuna nasıl attığını bilemedi.Kafasını cama dayar dayamaz da oracıkta uykuya daldı. Rüyasında yalnızca su sesleri duyuyor fakat hiçbir şey göremiyordu.Çok korkuyordu, yanında başka insanlarında olduğunu fark etti, o anda kalp atışları iyice hızlanmıştı ki metronun durmasıyla uyandı. Gerçekten de kalp atışları çok hızlanmıştı. Metro kapılarını kapatıp yoluna devam ederken Şebnem uyumamak için kendisiyle savaş veriyordu. Uyumaktan korkar olmuştu, neredeyse bir haftadır aynı rüyayı görüp aynı yerinde uyanıyor ve her seferinde korkusu biraz daha artıyordu.
Şebnem eve vardığında neredeyse bayılacak haldeydi. Önce bir duş aldı sonra bişeyler atıştırdı ve DVD seyretmeye koyuldu.Kendini rahatlatmak için komedi filmi izliyordu fakat bunun pek bir faydasını görememişti. Aklında hala görmüş olduğu rüya vardı.

Şebnem uzun kızıl dalgalı saçlara, yeşil gözlere ve tatlı bir gülüşe sahipti. Etrafında sevilen ve neşe dolu bir kızdı. Fakat son birkaç aydır sanki başka birisi olmuştu. En iyi arkadaşıyla büyük bir tartışma yapmışlar ve neredeyse iki haftadır konuşmuyorlardı.
Sebebini bilmediği halde buna pek de üzülmüyordu Şebnem, konuşmasın umrumda bile değil diyordu içinden.Kendi kendine şaşıyordu sonra da..

O gece boyunca gözleri kan çanağı haline gelmesine rağmen direndi ve uyumadı.Uyuyunca kendini çok daha bitkin ve korkunç hissediyordu. Tanıdıkları sürekli bir doktora görünmesi konusunda ısrar ediyor fakat maalesef bir sonuç alamıyorlardı çünkü Şebnem doktora gitmekten nefret eden bir tip olduğundan dolayı elinden geldiğince öteliyordu bu işi.

Üç hafta sonra Şebnem yine aynı halde yaşamına devam ediyordu fakat artık hiçbirşey yapmaya mecali kalmamıştı.Bir doktora görünmeyi kendisi de ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı artık. Uykusuzluk, uyuduğunda kabuslarla uyanmak, etrafına karşı sergilediği ilgisiz tavırları ve hiç bir şey yapmak istememesi artık büyük bir sorun haline gelmişti. O an kararını verdi ve telefonu alıp doktordan randevu aldı. Gittiğinde doktor onu psikiyatri bölümüne sevketti. Şebnem “ benim psikiyatri bölümüyle ne işim olur “ diye söyleniyordu kendi kendine. Ama başka bir alternatifi de yoktu bu sebeple psikiyatri kliniğinin yolunu tuttu.

Şebnem doktoru beklerken etrafındaki herşey sinirini bozuyordu sanki. Su makinesinden su alan kadının bardağı tutarken çıkardığı sesler, çocukların ağlamalarının kulağının dibinde çınlaması, herşeyin sanki üstüne üstüne geliyor olması Şebnem’i çileden çıkarıyordu.Nihayet sıra kendisine geldiğinde Şebnem dış dünyayla ilişiğini kesmiş kendi kendine şarkı mırıldanıyordu. Doktorun asistanının ismini beş kere telaffuz etmesine rağmen Şebnem tepki vermiyordu buna. Sadece kafasını çevirip kadına gülümsedi o kadar. Kadın evraklarını kontrol ettikten sonra Şebnem’in koluna girerek muayenehaneye götürdü. Doktor ilk önce muayene etti Şebnem’i fakat fiziksel olarak herhangi bir bulgu yoktu. Sonrasında bazı tıbbi testler uyguladı üzerinde. Durum karşısında doktor şaşkındı. Şebnem’in ise dünya umurunda değildi.

Şebnem’i derhal bir odaya aldılar ve yatış işlemlerini gerçekleştirdiler.Sonrasında çantasından aranabilecek kişilerin numaralarını alıp annesini ve babasını aradılar. Şebnem’in anne ve babası ayrıydı. Ayrılmadan önce evde büyük kavgalar olurdu. O zamanlar Şebnem küçük bir kızdı. Fakat bu sorunlar Şebnem’in üzerinde pek de iyi etkiler bırakmamıştı anlaşılan..

Doktor anne ve babasını çağırıp kızlarının durumu ile ilgili konuşmak istemişti. Fakat ikisi de şuan işlerinin olduğunu daha sonra uğrayacaklarını bildirdiler. Doktor bir kez daha şaşkınlıkla bakakaldı asistanına. “ bir insanın kendi öz kızlarından daha önemli ne gibi bir işleri olabilir bu insanları anlayamıyorum.Bu kızın *bipolar bozukluk (manik depresif) hastalığına yakalanmış olmasına şaşmamalı” dedi.

Şebnem üzerinde bazı testler daha uygulandı.Fakat Şebnem yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı.Sonrasında orada kalmak istemedi doktorun söylediği şeyleri bile doğru dürüst dinlemeden ayrılmayı istedi sadece ve doktorun ısrarı üzerine tekrar dönmek üzere ayrıldı oradan. Eve gittiğinde kendini bitkin hissediyordu. Fakat uykusu yoktu. Aynaya baktı gözleri sadece kırmızı renkten ibaretti neredeyse ama uyuyamıyordu. Hem uyumaktan korkuyordu hem de başka şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu.

Bütün bu düşünceler kafasında dolanırken dışarı çıktı arkadaşları ile de buluşmak istemiyordu. Kendi kendine gezmeyi planladı. Önüne ilk çıkan barın kapısından içeri girdi. İçeride göz gözü görmüyor ve kimse birbirini duymuyordu. “İşte bu çok iyi” diye mırıldanarak bara geçti.
Barmen’den bira istedi içti sonrasından bir tane daha istedi fakat bu sefer barmen kendisini duymamıştı. Şebnem bir anda sinir nöbeti geçirmeye başlamıştı. Fakat kimse bunun bir nöbet olduğunu anlamamıştı çünkü gayet normal bir insan gibi konuşuyor sadece aşırı saldırgan davranıyordu. Barmen’in yanına gidip yumruklamaya, tekmelemeye başladı. Diğer insanlar Şebnem’i tutmaya çalıştılar fakat durmuyordu Şebnem. Ordaki erkeklerden biri Şebnem’i belinden kavrayarak barın dışına çıkardı. Şebnem çocuğun yüzüne bakar bakmaz ona aşık olduğunu hissetti. Bir anda o saldırgan hali ortadan kalkmış çocuğa kur yapmaya başlamıştı. En sonunda kendini çocuğun evinde buldu yataktaydılar fakat hiçbirşey hatırlamıyordu. Çırılçıplaktı ikisi de çocuk uyuyordu. Şebnem yine sinirlenmeye başlamıştı. Bunu kendisinin yapmış olduğunu hatırlamıyordu. Mutfağa gidip büyük bir bıçak aldı ve yatak odasına geri döndü. Uyuyan tek gecelik sevgilisinin boğazına dayadı ve gözünü bile kırpmadan şah damarını kesti.

Gözlerini açtığında güneş batmaya başlamıştı. Parktaki bir bankın üzerinde uyuya kalmıştı.Yaşananları hatırlayınca bir dehşet kapladı içini “evet işte gerçek oldu en sonunda oldu, gerçek oldu” diye bağırmaya başladı sokağın ortasında. Gelen geçen insanlar şaşkın bakışlarla Şebnem’i izliyorlardı. Şebnem bilinci tam olarak yerinde olmasa da doktorun muayenehanesine gitmeyi başardı. Olanları doktora anlattı.Doktor hem çocukla hem de Şebnem’le ilgili gerekli işlemleri tamamladıktan sonra Şebnem’i kilitli bir odaya aldırttı.Polisi ve sonrasında da anne ve babasını aradı. Kızlarının cinayet işlerdiğini duyan anne ve babası derhal yola çıktılar verilen adrese doğru.

Gelen polisler ilgili zabıtları tuttular fakat Şebnem normal davranışlar sergilemediğinden ve hasta olduğundan dolayı hastanenin psikiyatri kliniğinde kalmasının daha uygun olduğunu söyleyen doktorun da tavsiyesi üzerine oradan ayrıldılar.
Şebnem’i tuttukları oda kilitli ve güvenli bir odaydı. Odanın kapısında da bir polis nöbet tutmaktaydı. Şebnem yine kendine gelmiş ve oradan çıkarılmasını rica etmişti.Polis doktora haber vererek gelip bakmasını istedi. Doktor içeri girdiğinde Şebnem masanın kenarından kopardığı metal parçayı doktorun boğazına sapladı. Doktor nefes alamıyordu oracıkta çırpınarak can verdi. Polis ise dışarıda nöbetini tutmaya devam ediyordu. Fakat doktorun içeride kalma süresinin fazla olduğunu düşünerek kapıyı çalıp iyi olup olmadığını sordu. Şebnem gayet sakin bir sesle "içeri girin" dedi kapının arkasına saklandı sonrasında.
Kapıyı açıp içeriye giren polis herşeyin yolunda olduğunu düşündüğünden hazırlıklı değildi ve Şebnem bu fırsatı kaçırmayarak doktorun boğazından çıkardığı metal parçayı bu sefer de polisin gözüne saplayarak açılan kapıdan süzülerek koşmaya başladı. Acılar içerisinde kıvranan polis arkasından bir kaç el ateş edebildi fakat Şebnem çoktan çıkış kapısına ulaşmıştı bile. Gece olduğundan dolayı çok kalabalık olmayan koridorlardan kolayca geçen Şebnem, hemşire odasında kıyafetlerini değiştirerek dış kapıdan rahatça çıkıp gitti.

O gün dışarıda kaldı. Ertesi gün evine gitmeyi düşündü önce fakat evin muhtemelen izleniyor olacağını düşünerek bu düşüncesinden vazgeçti. Aklına annesi ve babası geldi. Onlara karşı çok öfkeliydi fakat bu onların yanına gidemeyeceği anlamına gelmezdi. Onu korurlardı yine de. Annesine gitti önce. Annesi olanları duymuş olduğundan dolayı biraz tedirgin olarak içeri davet etti kızını. Kızı annesine gayet normal olduğunu bardaki çocuğu öldürme sebebinin de kendisine tecavüz ettiğinden dolayı olduğunu söyleyerek kendisini annesinin gözünde temize çıkarmıştı. Annesinin diğer olaylardan henüz haberi yoktu.Eski kocası arayarak hastaneye gitmesine gerek kalmadığını Şebnem'in ordan çıktığını söylemişti olanları görmemesi için. Akşam yemeği yediler akşam yatacakları zaman Şebnem “artık zamanıdır” dedi kendi kendine. Annesi odasını hazırlamıştı bile. Şebnem yatağına uzandı fakat uyuyamıyordu. “içinden bir ses henüz bitmedi tam olarak gerçekleşmedi” diye fısıldıyordu kulağına. Şebnem yatağında doğruldu bir süre düşündükten sonra sessizce aşağıya indi mutfaktan bıçağı alıp annesinin odasına gitti. Annesi yalnızdı. Üvey babası iş seyahatindeydi. Bu çok iyi bir fırsattı. Sessizce yatağa yaklaştı ve annesinin tek kelime dahi etmesine fırsat vermeden bıçağı göğsüne sapladı. Sonra odasına gitti ve uyudu. Sabah erkenden kalkıp çıktı evden. “sadece dört tane kaldı onlar da bittikten sonra rahatsın” diyordu fısıldayan ses.

Şebnem babasının evine doğru yola koyuldu. Babası olanları duymuştu. Kızının normal olmadığını ve bunun da kendilerinin suçu olduğunu düşünerek üzülüyordu. Eski karısını aradı fakat telefonu cevap vermiyordu. Silahını alıp eski karısının evine gitti, evin kapısı aralıktı kapıdan içeri girdi sessizce en sonunda yatak odasında eski karısının cansız bedeniyle karşılaştı. Bunu Şebnem’in yaptığını anladı. Polisi aradı, polisler geldi zabıt tutulurken babasının aklına Şebnem’in onun evine de gidebileceği geldi aklına.

Babası emekli askerdi şuan, annesiyle ayrıldıktan kısa bir süre sonra bir başkasıyla evlenmişti ve çok mutluydular. Hatta şuan 12 yaşında olan bir kızı daha vardı. Karısına ise Şebnem’in son zamanlarda yaptıklarından bahsetmemişti korkutmamak için.

Şebnem babasından çok daha önce eve varmıştı bile.Karısının hiçbirşeyden haberi olmadığı için Şebnem’i içeri davet etmişti. Şebnem’in üvey kardeşi Selin ise televizyon izliyordu.Şebnem bileğindeki bıçağa sıkıca sarılmış fırsat kolluyordu.Üvey annesi mutfağa kahve yapmaya gittiğinde Şebnem fırsat bu fırsattır diyerek 12 yaşındaki zavallı küçük kardeşini gözlerini bile kırpmadan oturduğu kanepenin üzerinde bıçağı boğazına saplayarak öldürdü.Zavallı küçük kızın ne olduğunu anlamasına bile fırsat vermeden..

Sonrasında mutfağa doğru ilerlemeye başlamıştı. Üvey annesini de öldürmesi gerekiyordu fısıldayan ses emirler veriyordu Şebnem’e. Babası elinden geldiğince hızlı bir şekilde eve gelmeye çalışıyordu. Kadın Şebnem’i mutfakta görünce önce şaşırdı çünkü Şebnem babasıyla evlendiğinden beri kadına hiç sıcak davranmamıştı, sonrasında ise muhabbete koyuldu tabakları hazırlarken. Şebnem fırsat kolluyordu yine, hamlesini yapabilmek için.Kadına dedi ki; "senin hiç yapman gereken şeyler olduğunu düşündüğün ve bitirmek için elinden geleni yaptığın oldu mu" diye sordu? Kadın Şebnem’in tam olarak ne demek istediğini anlamasa da “herkesin olmuştur Şebnem’cim” cevabını verdi. Ben rüyamda gördüm bazı şeyleri ve şuan onları uyguluyorum başlangıcımı yaptım sonuna gelmeye de şuan sadece üç kişi kaldı dedi, o sırada bıçağı tam çıkarıyordu ki kadın Şebnem’e dönerek “ne gibi?” diye sordu. Şebnem bıçağı arkasına saklayarak “bugüne kadar kırmış olduğum tüm insanlardan özür diliyorum” dedi.Kadın bunu duyduğuna sevinmişti, gülümsedi. Sonrasında ne olduğunu bile anlamadan verandadan gelen sesle ikisi de yüzlerini kapıya çevirmişlerdi . Şebnem o sırada bıçağı kaldırarak kadının ensesine saplayacaktı ki arka kapıdan içeriye giren babası alnına isabet ettirdiği tek kurşunla kendi öz kızını vurdu. Kadın ne olduğunu bile anlayamamıştı. Babası diğer kızının sağlığından şüpheliydi karısına “Selin nerde?” dedi kadın konuşamıyordu sadece eliyle salonu işaret etti. O sırada polisler de geldiler. Babası ise kızının koltuğun üzerinde kanlar içindeki cansız vücuduna bakakalmıştı.

Bir saat öncesine kadar iki kızı vardı dünyalar kadar sevdiği, fakat şuanda ikisi de gitmişti...


Yazarın notu:*Manik depresif hastalık olarak bilinen bipolar bozukluk mani ve depresyon nöbetlerini içeren bir ruh hastalığıdır. Hastanın duygu durumu aniden yükselir ya çok neşeli olur ya da tam aksine çok üzgün ve ümitsiz kalır.Daha sonrasında hasta eski durumuna geri döner. Bipolar bozukluk tipik olarak adolesan ya da erken erken erişkin dönemde başlar ve hayat boyu devam eder.

22 Nisan 2010 Perşembe

Mutluluk Oyunu..


Hayat dediğin nedir ki? Kısa bir yolculuktur dünyada..
Bu kısa yolculukta yaşadığımız onca olay vardır ki, bu kısa hayata nasıl sığar bunca şey diye hayrete düşürür bazen insanı.
Bazı hayatlar vardır uzun sürer, hatta öyledir ki beklenilenden daha uzun..
Bazıları da beklenilenden çok çok kısa sürer, sanki kısa bir merhaba diyerek uğrayıp giderler bu diyardan..
Hayat çok meşakkatli olur kimileri için, kimileri içinse oldukça rahattır.
Kimisi çok zengindir, kimisi fakir,
Kimisi yetimdir, kimisi öksüz,
Kimisi mutludur her daim, kimisi mutsuz,
Kimisi iyi ki geldim dünyaya der, kimisi gelmez olaydım,
Kimisi çok faydalı işler yapar, kimisi odun gelir odun gider,
Kimisi suskundur, kimisi konuşkan,
Kimisi merhametlidir, kimisinin yüreği taş gibidir...
Dünyada olan ve insanı hayretler içinde bırakan olaylar da mevcuttur sizin de bileceğiniz üzere..Hepimiz insanız ve başımıza herşey gelebilir. Kötü insan olmayı herkes başarır, iş ki iyi olmayı başarabilmektir. Kimse dört dörtlük değildir bu bir gerçek ama dört üçlük olmayı deneyebiliriz mesela insanlık konusunda. Korkulacak bir tarafı yoktur bunun inanın..
Keşke iyi insan olma yolunda bilmem kaç adım isimli okullarımız olsa.. Bence hiç de fena olmazdı, belki daha yaşanası bir hal alırdı dünyamız.. İşte buna hayal deniyor sanırım:)Çünkü illa ki birkaç sivri çıkar her yerde, nerde üreyip, türeyip çıkıyolar ortalığa bilmiyorum, çok da ilgimi çekmiyor açıkcası sadece sinirimi bozuyorlar..
Neden insanlar birbirini anlamaya çalışmayıp sadece arbede çıkarırlar bunu da çözen varsa beri gelsin..Halbuki adı üstünde insanız yani konuşarak anlaşmak varken neden bu tür saçma salak yollara başvururuz anlamam.
Aslında hayat o kadar tatlıdır ki, neden bir savaş alanına çeviririz kısacık yaşamlarımızı acaba?
Mutlu olmak da, dünyayı yaşanası hale getirmek de, insanlarla iyi geçinmek de, anlayışlı,merhametli olabilmek de hepsi ama hepsi bizim elimizde..Arada dış etkenlerin etkisi de yadsınamaz tabii ama geneli bize bağlıdır değil mi?..
Öyleyse, iyiye, güzele,doğruya,dostluğa mutluluğa yelken açmaya ne dersiniz?

Bu oyunu oynayıp gerçek hale getirmek isteyen varsa benim de onlara bir sözüm var..
Mutluluk isteyen kaleye mum diksin:)

21 Nisan 2010 Çarşamba

ACI GERÇEK...

Uzun süren deniz yolculuğunun ardından nihayet evine yaklaşmıştı. Evini, ailesini, arkadaşlarını çok özlemişti. Evde onu sürpriz bir parti beklemekteydi. Niran bu partiden habersiz yola koyulmuştu bile, hızlı adımlarla yürüyor taksi arıyordu ama yağmurun şiddetinden dolayı taksiler ya dolu geçiyor yada durmuyorlardı. Niran çok öfkelenmişti, ne yapacağını bilemez bir halde gözüne kestirdiği bir yöne doğru hızlıca yürümeye devam etti. Yağmurdan ve fırtınadan sırılsıklam olmuştu “hasta olmazsam iyidir yani” dedi kendine.
Yağmur iyiden iyiye içine işlemişti ki bir taksi durdu yanında hemen taksinin içine atladı.Pırlanta bulmuş gibi sevinmişti.Gideceği yeri söyledi ve hareket ettiler kısa bir süre sonunda evdeydi Niran..
Niran, yeşil gözleriyle, iri dalgalı sarı saçlarıyla, uzun boyu ve şık giyimiyle gerçekten çok hoştu...
Kapının önüne geldiğinde evin zifiri karanlık olduğunu gördü ama geleceğini haber vermişti. Çaresiz zili çaldı ve kapının açılmasını beklemeye başladı. İki dakika ona çok uzun bir süre olarak geldi. Sonunda kapı açıldı ve birden ev aydınlandı. Herkes saklandığı yerlerden çıkıp ışıkları yakmış ve hep bir ağızdan hoşgeldin diye bağırıyorlardı. Niran’ın gözleri doldu gördüğü bu manzara karşısında, böylesi bir karşılanmayı beklemiyordu açıkçası. Şaşkınlıktan kapının eşiğinde kalakalmıştı tanıdık sıcak bir el dokundu omzuna “gir içeri hadi üşüteceksin yavrum” dedi. Başını çevirdiğinde arkasında kimseyi göremedi. Ama sanki bunu söyleyen babasıymış gibi geldi. Hayal bile olsa bir an için babasının ayakta ve konuşuyor olduğunu görmek güzeldi. Niran’ın babası Deniz subayıydı, gençliğinde uzun boylu, kumral, ela gözlü hoş bir delikanlıydı..Ama felç geçirdiğinden beri konuşamıyor ve yürüyemiyordu.Tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştı. Niran herkesle öpüştükten sonra babasının yanına oturdu ellerini ellerinin arasına aldı. Ona oturduğu yerden, eşinden ve yolculuğundan bahsetti.Babasının konuşamıyor olsa da onu dinlediğini biliyordu. Niran’ın yanaklarından birkaç damla yaş süzüldü o an..
Ertesi sabah alt kattaki büyük salonda kocaman ve eşsiz bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı.Niran uyandığında hala daha herkesin evde olduğunu ve sesleri farkettiğinde biraz sinirlendi. Sonuçta o babasını görmeye gelmişti fenalaştığı için, ama evdeki kalabalık artık sinirini bozuyordu. Gülüp eğlenmeye gelmemişti ki babasıyla kalan zamanında biraz daha vakit geçirmek istiyordu. Ama nedense amcalar, teyzeler, yeğenler, kuzenler evi doldurmuştu ve gitmeye de niyetleri yok gibiydi..
Niran, kahvaltıdan sonra evdeki gürültüden ve yüzüne gülüp arkasından binbir türlü laf eden akrabalarından uzaklaşmak isteğiyle yürüyüşe çıktı, babasını da yanına alarak..Nehir kenarında yürürlerken babasıyla konuşuyordu cevap veremeyeceğini bildiği halde, ama yine de babasıyla konuşuyor olmak onu epeyce rahatlatıyordu.Niran kendini kaptırmış annesinden bahsederken babasının “keşke hala yanımda olsa” lafıyla irkildi. Babası mı konuşmuştu, iyi ama nasıl? Hemen nehrin kenarında tekerlekli sandalyeyi durdurup babasının karşısına geçti “baba, babacığım sen mi konuştun az önce?” dedi. Babası “evet kızım, felçten sonra bir süre gerçekten konuşamamıştım ama sonradan düzeldim, ama bunu kimseye söylemedim” dedi. Niran duydukları karşısında çok sevindi.Babası konuşabiliyordu, bu harika bir haberdi...
Akşam üstü eve geri döndüklerinde herkes hala evdeydi. Niran babasını odasına çıkardı ve neden hala kimsenin gitmediğini anlamadığını söyledi. Babası “ benim ölümümü bekliyorlar kızım, mirası paylaşmak için” dedi. Bu nasıl bir zihniyetti, nasıl akrabalıktı anlayamadı Niran “ Haklısın, onlar seni düşünerek burda bekleselerdi zaten bu şekilde partiler yaparak eğlenerek beklemezlerdi, miras için beklemek de böyle oluyormuş galiba, akbabalar ne olacak” dedi. Babası sakin bir tavırla bunlara alıştığını ama henüz bir yere gitmeye niyeti olmadığını söyledi.Baba kız birbirlerine sarılmış hasret gideriyorlardı ki odanın kapısı aniden açıldı içeriye Niran’ın kuzeni Burçak girdi. Burçak, simsiyah upuzun saçlı, iri siyah gözlü ve uzun boylu bir kadındı. Niran, Burçak’a odaya aniden dalmasının sebebini sordu. Burçak verecek cevap bulamayınca konuşamadığını düşündüğü amcasına dönerek ona bişeyler anlatmaya başladı. Niran sinirlenmiş ve Burçak’ı dışarıya çağırmıştı. Burçak’ın yüzsüzlüğünü herkes biliyordu zaten, ama hasta bir adamın yanında ölümden bu kadar da fazla bahsetmek Niran’ı oldukça sinirlendirmişti.
Burçak’ı nihayet aşağıya geri gönderdikten sonra babasının yanına geri döndü.Babasının, annesinin ölümünü ve kendisinin felç geçirmesine neden olan olayları anlatışını büyük bir şaşkınlıkla dinledikten sonra kendisine hakim olamayarak “gidip öldürmek lazım o şerefsiz orospu çocuğunu” dedi. Babası ise, sakin olmasını bunu başka yollarla halletmenin çok daha iyi olacağını söyledi.Fakat Niran duyduklarından sonra “bunu nasıl yapar o benim abim nasıl yapar?” diyerek dolandı odada bir süre.. Niran gözünü sabit bir noktaya dikerek “sen öldün Ekrem” dedi.
Ekrem, uzun boylu, geniş omuzlu, esmer, kara kaşlı kara gözlü bir adamdı.Niran’ın üvey abisiydi. Babası ve annesi ilk başlarda çocukları olmadığını düşünerek Ekrem’i evlat edinmişlerdi, sonrasında Niran dünyaya gelmişti.Niran abisini çok sever ve böyle şeyler yapacağına kesinlikle ihtimal vermezdi.
Niran babasını yatırdıktan sonra alt kata indi. Herkes yemek sofrasındaydı.Niran’ı gören abisi Ekrem hemen yanında yer açıp çağırdı kız kardeşini. Niran, ne olduğunu belli etmemeye çalışarak ve zoraki bir gülümsemeyle oturdu abisinin yanına.Fakat yanına oturduğunda ve konuşmalarını dinlediğinde hala daha bunları Ekrem’in yapabileceğini düşünemiyordu.Nasıl olurdu böyle birşey akıl sır erdirememişti.
Ekrem bir süre önce karısından ayrılmış ve kısa bir ayrılık evresinden sonra boşanmışlardı. Karısı Ekrem’den yüklü miktarda nafaka koparmaya çalışmış fakat bunda maalesef başarısız olmuştu.Mahkeme tek celsede boşanma işlemlerini gerçekleştirmişti.Ekrem’in karısı Nilay, gerçekten çok hoş ve alımlı bir kadındı, fakat içi, dış görünüşü kadar güzel değildi en azından Ekrem öyle biliyordu..Zaten tartışmaları sıklaşmaya ve Nilay nöbetler geçirmeye başladıktan sonra Ekrem’in eve çağırdığı doktor Nilay’ın akli dengesinin yerinde olmadığını ve mutlaka tedavi görmesi gerektiğini söylemişti. Tedavi süresi çok uzun sürmemiş Nilay kısa sürede hastaneden taburcusunu yaptırmayı başarmıştı. Ekrem, Nilay’ın hastaneden çıktığını çok uzun bir süre sonunda öğrendi, o dönemde zaten ayrıydılar..
O gece Niran babasının odasındaki kanepede yatmaya karar verdi.Onu kesinlikle yalnız bırakmaması gerektiğini düşünüyordu. Babasıyla sessizce konuşarak herşeyi öğrenmeye çalışıyordu en ince ayrıntısına kadar, Ekrem’in neden böyle birşey yaptığını çok merak ediyordu. Babasının anlattıklarını büyük bir heyecan ve dikkatle dinleyen Niran birkaç nokta yakaladı. Babası annesinin dehşet dolu ölümünü ve sonrasında gelen mektubu anlattığında şaşırdı Niran..” yani sen bunları yapanın Ekrem olduğunu gözlerinle görmedin mi?” dedi babasına. Babası da mektupta yazdığını ve gönderenin annesini öldüren kişinin Ekrem olduğunu görmüş olduğunu söyledi. Peki ama isimsiz bir mektuptu bu pekala da iftira olabilirdi.Mektubu görmek istedi Niran. Mektubu okuduğunda “bu yazıyı bir yerden tanıyorum, bunu yazan tanıdık biri, aksi taktirde neden gelip gerçeği kendisi anlatmadı ve annemin katili faili meçhul olarak polis kayıtlarına geçti bunu düşündün mü hiç baba?” Babası Niran’ın konuşmasındaki doğru yönleri kavramaya başladı yavaş yavaş. “ O zaman bu mektubu yazan ve suçu Ekrem’in üzerine atan kişi annenin katili ve benim bu halimin de sorumlusu” dedi.
Babası, annesinin ölümünden sonra konuşmamaya başlamıştı, sonrasında gelen mektupta yazanlardan ötürü de belden aşağısı felç olmuştu.
Peki ama kimin yazısıydı bu ve nasıl bulacaklardı. Niran mektubu alıp çantasına koydu.Bu işlerden çok iyi anlayan bir arkadaşına giderek olayı çözmeyi umuyordu. Belki de bulacağı şey hiç hoşuna gitmeyecekti ama ne olursa olsun annesine ve babasına bunu yapanı bulmalı ve cezalandırmalıydı. Şüphelendiği birkaç kişinin el yazılarını çaktırmadan topladı.Fakat bir tanesi vardı ki onun yazısını bulamazdı çünkü orada değildi. Fakat Ekrem’in odasını araştırmaya gittiğinde Nilay’ın yazmış olduğu bir mektup buldu. Önemsiz bir mektup olmasına rağmen Ekrem bunu saklamıştı, bu da eski karısını gerçekten çok sevdiğinin bir kanıtıydı. Şifreli yazılar vardı sanki mektupta birşey anlamadı ama bu önemsiz mektup Niran’ın çok işine yarayabilirdi.
Niran, sabah erkenden el yazılarını grafolog* arkadaşına götürdü ve acı gerçeği öğrendiğinde baygınlık geçirdi.Araba kullanacak hali kalmadığından taksi çağırdı, arkadaşının tüm ısrarlarına rağmen dinlemeyi reddeti ve taksiye atlayarak evin yolunu tuttu.Eve girer girmez tekrar Ekrem’in odasına girdi bir hışımla, Ekrem odadaydı ne olduğunu anlamadı bile. Niran Ekrem’in dolabını çekmeye uğraşıyordu. Ekrem’in tüm sorularını yanıtsız bırakıp “duvara bakmalıyız, duvara bakmalıyız” diye aynı şeyi tekrar edip duruyordu.En sonunda Ekrem Niran’dan bir şey öğrenemeyeceğini anlayıp yardım etti dolabı çekmesine.
Dolabın arkasında buldukları gizli bölmeyi gördüğünde şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı Ekrem’in..Niran bölmedeki cd’yi alıp bilgisayara taktı hemen, ne göreceğini çok merak ediyordu.Aynı anda polisleri de çağırmayı ihmal etmemişti.Çünkü suçlunun Ekrem olduğuna inanıyordu tekrar o değilse de eski karısı Nilay’ın nerede olduğunu bildiğini tahmin ediyordu. Elindeki cd’de annesinin katili vardı.Hem de suç anında çekilmiş bir videoydu bu.Mahkemede kesin kanıt olarak kullanılıp ömür boyu hapsine neden olabilirdi bu görüntüler o soğukkanlı katilin..
Polisler evin önüne gelmişlerdi bile.Niran kendinden emin bir tavırla tüm ev halkını ve polisleri salona davet etti.Bilgisayarını açıp cd’yi taktı. Şimdi sadece oynat düğmesine basıp katilin kim olduğunu görmeye gelmişti sıra. Herkes büyük heyecanla bekliyordu. Niran babasının ellerini sıkıca tutmuş “nihayet artık bu ızdırap sonlanıyor baba, annemin katili ortaya çıkacak” dedi.Babasının “nihayet kızım” dediğini duyan ekrem şaşırmıştı.”baba konuşabiliyorsun” dedi.
Niran, oynat düğmesine bastı ve kenara çekildi. Ekranda ilk önce annesi göründü sonra da elinde dense* ile birlikte Niran ekrandaydı.Niran oldukça şaşkın bir şekilde ekrana bakıyordu. Nasıl olurdu böyle birşey, ne arıyordu orada?
Sonrasında olanlara bakmaya kimsenin içi elvermemişti. Niran elindeki dense ile birlikte annesinin kafasını ezerek öldürdü...
Babası elini hemen çekti Niran’ın elinden, Niran diyecek herhangi bir kelime bulamadığından sadece “ben yapmadım, o ben değilim” diyordu.Polisler Niran’ı tutuklayıp götürdüler.Babasının biraz önce konuştuğunu görmüş olan Ekrem hemen babasının yanına koştu ve sarıldı. Babası sessizce ağlıyordu ve o günden sonra bir daha konuşamadı.Zaten kısa bir süre sonunda da kalp krizi geçirerek hayata veda etti..
Ekrem, eski karısı Nilay’ın bunları nereden bildiğini ve bu görüntüleri nasıl elde ettiğini merak etti.O talihsiz olayın ertesi günü Nilay’ı aramaya koyuldu.Birkaç hafta sonunda onu buldu.Nilay’ın anlattıkları tüylerini diken diken etti. Niran, Nilay’a çok kez işkence etmiş ve Nilay da bu sebeple akıl hastanesinde yatmıştı.Ama bunların hiçbirinden Ekrem’e veya bir başkasına bahsedemedi. Çünkü Niran onu sürekli tehdit ediyordu. Niran’ın sinirine hakim olamadığı bir gün Nilay onu takip etmişti. Gece yarısı eve gelen Niran annesini öldürmüştü hem de dehşet verici bir şekilde Nilay da bunu kameraya almaya başarmıştı. Fakat saklaması gerektiğini düşünüp Ekrem’e yazdığı bir mektupta şifrelemiş ve ayrıldıktan sonra öğrenilmesi için dua etmişti. Çünkü abisiyle ayrılması için Nilay’ı tehdit ediyordu Niran.Ölmekten korktuğu için bundan kimseye bahsetmemişti.
Ekrem ve Nilay tekrar biraraya gelmişlerdi..
Babaları bu acı gerçeği öğrendikten kısa bir süre sonra daha fazla dayanamayıp kalp krizi geçirerek hayata veda etmişti..
Niran ise; ömür boyu hapse mahkum edilmişti,akıl hastanesinde...Ve hiç ziyaretçisi olmadı, hatıralarından ve hayallerinden başka..

Yazarın Notu:
Grafolog* El yazısı ve imzadan karakter analizi yapmalarının yanı sıra, el yazılarının ve imzaların orjinalitelerine( sahte olup olmadıklarına) dair de inceleme yapan bilirkişilerdir.
Dense* Özellikle kasapların kullandığı oldukça ağır olan et dövme aleti.
Disosiyatif amnezi* Psikolojik veya duygusal travma sonucu oluşan uzun süreli bastırılmış belleği tanımlamakta kullanılır.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Feray'ın Dehşet Dolu Ölümü

Çöp konteynırının yanındaki kanlı çuvalı gördüğünde irkildi, oradan hemen uzaklaşmayı düşündü , sonrasında merakına yenik düşerek çuvalı itelemeye başladı ayağıyla, bu ona yetmedi çuvalın ağzını çözmeye uğraşırken buldu kendini bir anda. Hem heyecandan hızlı hızlı nefes alıp vermeye başlamış, hem de kalbi göğsünü hızlı atışlarıyla resmen dövmeye başlamıştı.Ama o yine de ordan ayrılamıyor çuvalın içinde ne olduğunu öğrenmek için can atıyordu.
Nihayet merakını gidermesine çok az kalmıştı, çuvalın ağzı neredeyse açılmıştı ki işte o an çığlık atmaya başladı bir anda.Çuvalın kenarından bir kol dışarıya doğru sarkmıştı.Hayır içerideki insan olmamalı diye düşündü ama bir yandan da hırsla çuvalı yırtıyordu.Gördüğü manzara karşısında neredeyse küçük dilin yutacaktı.Adamın gözlerini yuvalarından çıkarılmış bir şekilde yatmaktaydı..
Ne yapacağını bilemedi bir an için, sonrasında polisi aradı.Gördüklerini anlattıktan sonra eve gitti.Ilık bir duşun iyi geleceğini düşünerek duş almayı planladı.Ama o sırada yorgunluktan ve korkudan koltuğa oturabildi sadece.Duştaydı rüyasında yukarıdan gelen ılık suyla gözlerini kapatmış yüzünü yıkıyordu gördüklerini unutmaya çalışırcasına, gözlerini açtığında küvetin kanla dolu olduğunu farketti.O korkuyla birlikte sıçrayarak uyandı.”Bravo işte artık duş almak falan da hayal oldu” dedi kendi kendine..
İyi ama bu nasıl bir hırstı, nasıl bir öç almaydı ki adamı bu hale getirmişlerdi.Belki de ölen kişi suçluydu diye düşündü, sonra belki de sokaktaki serseriler zevk olsun diye öldürdüler zavallı adamcağızı diye düşündü, ne olduğunu bilemeden..
Ertesi sabah, işe giderken cesedi bulduğu yoldan geçmek zorundaydı, ama bunu yapacak takati yoktu.İşyerini aradı gelemeyeceğini söyledi.Evde yatıp dinlenecekti, anca kendine gelebilirdi herhalde. Bu arada da sessizliğe tahammülü kalmamıştı, sanki sessizlik onu korkutur olmuştu, hemen televizyonu açtı. İzlemiyordu ama ses olsun diye açmıştı sadece.Kendisi de koltuğa uzanmış bir elinde sandviç diğer elinde çayı kahvaltısını yapıyordu.Kedisi de pijamalarının üzerinden kucağına tırmandı.” Sen de acıktın değil mi Tonton? pardon” dedi.
Kedisine de mamasını vermiş karşılıklı kahvaltı ediyorlardı.Tonton ismine yakışır şekilde tontondu gerçekten..
Ailesi yanında değildi, Feray iş nedeniyle başka bir şehirde oturuyordu. Feray, kumral , iri gözlü, uzun boylu ve konuşkandı.Ailenin tek çocuğuydu, bu sebeple çok şımarık büyütülmüştü. Ama o kadar iyi bir eğitim almış ve kendini o kadar güzel yetiştirmişti ki küçükken yaptığı şımarıklıklardan eser kalmamıştı..
Akşam yemeği hazırlamak istemedi canı, dışardan birşeyler söyledi.Buraya yeni taşındığından birlikte yemek yiyeceği bir arkadaşı da yoktu henüz.Yemeğin gelmesini beklerken Tonton’un tüylerini okşuyordu, Tonton bir anda kucağından atladı ve bahçeye doğru koşarak gitti.Herhalde tuvalet ihtiyacı var diye düşündü Feray, aldırmadı..
O sırada kapı çaldı.”Eevvveett yemek geldiii” diye sevinerek kalktı yerinden.Yemeğini bitirdikten sonra Tonton’un hala bahçeden dönmediğini fark etti. Meraklanıp bahçeye çıktı ama yoktu hiçbir yerde..Ne yapmalıydı acaba diye düşünürken kapısı çaldı. “Kim acaba” diye söylenerek gitti kapıya doğru.Delikten baktığında kimsecikler görünmüyordu.Kapıyı araladı ve yerde bir kutu gördü.Kutuyu aldı, ağırdı ne vardı içinde acaba böyle???
Kutuyu alıp kapıyı hemen kilitledi arkasından..Kutuyu mutfak masasının üzerine koydu ve açmaya başladı sanki kutuda bir ıslaklık vardı.
Kutuyu açtığında Tonton’un parçalanmış cesediyle karşılaştı.Çığlık çığlığa telefona yapıştı, polisi aradı. Gelen polislere durumu anlattı tam kutu içerisindeki cesedi gösterecekti ki kutunun orada olmadığını masanın üzerine yayılmış kanlarında silinmiş olduğunu farketti.Tabii bunları polislere nasıl açıklayacağını bilemedi.O sırada Tonton bahçe kapısından giriverdi ve Feray’ın bacaklarına sürtünmeye başladı.Polisler Feray’ı yanlış ihbar konusunda uyarıp gittiler. Feray olanlara inanamamıştı. Ama kedisinin yaşadığını görmek de çok güzeldi.Peki bu neydi rüya mı görmüştü, hayır değildi buna emindi..
Aradan haftalar geçmesine rağmen Feray gördüğü olaylar karşısında artık soğukkanlılığını kaybetmişti. O olaydan sonra polisleri birkaç kere daha çağırmış fakat hepsi fos çıkmıştı. Polisler artık kendisine inanmamaya başlamış, mahallede de mimlenmişti deli olarak.
O gece sakin olacağını ve sakin olduğunda halüsinasyon görmeyeceğini kendi kendine tekrarlayarak sakinleşmeye çalışıyordu.O sırada arka bahçesinde bir tıkırtı duydu, ama bakmaya cesareti yoktu ve bakmayacaktı da. Nasıl olsa yine halüsinasyondur dedi.Doktora gitmişti ve doktor bunun olabileceğini söylemişti ona.Ağır haplar kullanıyordu.
Mutfaktan bir ses yükseldi, mikser çalışıyordu, iyi de nasıl..
Mutfağa gitti “hayır bu olamaz” dedikten sonra elleriyle yüzünü kapattı içinden 10’a kadar saydıktan sonra tekrar açtı gözlerini ama hala karşısında dikiliyordu eski sevgilisi. Peki tamam ama ölmüştü sevgilisi..
Hatta cenazesinde o da oradaydı, bu da rüyaydı kesin ama neden gitmiyordu karşısındaki yada neden uyanamıyordu..?
Evet evet şimdi hatırlamıştı bu onun ikiz kardeşiydi..Eski sevgilisi sürekli ikiz kardeşinden bahsederdi ama Feray’la tanıştırmamıştı onu. Neden olarak da habire değişik bahaneler üretirdi.Sevgilisi öldükten sonra ailesinden ikiz kardeşinin akıl hastanesinde yattığını öğrenmişti. Peki tamam herşey anlaşıldı şimdi ama nasıl buraya geldi beni nereden tanıyor diye düşünmeye başlamıştı.O sırada ikiz kardeş konuşmaya başladı. Sesi de aynı sevgilisinin sesiydi ki kendisi de zaten ona “ben geldim hayatım” diyordu.
Feray korkmuştu, ona onu tanımadığını sadece kardeşinin eski sevgilisi olduğunu anlatmaya çalışıyordu.Karşısındaki ise sevgilisinin kendisi olduğunu iddia etmeye devam ediyordu."Peki açıkla o halde" dedi Feray..
Cezmi açıklamaya koyulmuştu hemen..Kardeşinin normal olduğunu fakat onu ziyarete geldiği bir gün ilaçla onu bayıltarak onun giysilerini giydiğini söyledi. Feray “ peki ama sonrasında gerçek nasıl ortaya çıkmadı?” diye sordu."Onun gelmesinden 1 hafta önce uslu durmamaya başladım ve sonunda çok ağır yatıştırıcılar kullanmaya başladılar.Son defasında olanı içmemeyi başardım ve o geldiğinde onunla yer değiştirdim ama sonrasında onun içmemesi mümkün değildi" dedi."Yani bunca zaman sen benim sevgilimdin ve bundan bahsetmedin mi" dedi Feray..
Cezmi ilk başta onunla değil kardeşiyle tanışmış olduğunu anlattı.”Senin resmin vardı cebinde ben de sonrasında o benim olmalı diye düşündüm ve böyle bir plan yaptım” dedi. Feray duydukları karşısında ne yapacağını şaşırmış, kalakalmıştı olduğu yerde.Yani ölen yine de sevgilisiydi.Ne yapmalıydı peki??
Feray, neden bu şekilde davrandığını ve masum insanları öldürdüğünü sorduğunda aldığı cevap karşısında zar zor ayakta durabilmişti.”Seni herkesten kıskandım ben, ama sen sevgilin, yani ben öldükten sonra hemen bir başkasını buldun, bana acı çektirdin, bende onun babasını öldürerek ona acı çektirdim.Ama sonra farkettim ki tek acı çekmesi gereken o değil sende acı çekmelisin” dedi. Feray, ne diyeceğini bilemiyordu. İçinden bir ses kaçmasını söylüyordu iyi de nasıl?
Feray kapıya doğru seğirip koşmaya başladı ama Cezmi’nin umrunda olmadı bu kaçış. Feray kapıyı açamadı bile..
Cezmi arkasından yavaşca süzülüp yanına yaklaştı, Feray, Cezmi’nin sıcak nefesini ensesinde hissediyor ve çok korkuyordu..
Cezmi, Feray’ı yavaşça banyoya doğru çekti ellerini ve ayaklarını bağladı.Küveti kaynar suyla doldurdu ve Feray’ı kucaklayıp küvetin içine attı. Feray’ın tüm çırpınışları ve feryadı boşunaydı.Kaynar suyun içinde dayanacak gücü de kalmamıştı.Cezmi yeterince acı çektirdiğine kanaat getirdikten sonra Feray’ın başını eğip küvete soktu ve tüm çırpınışlarına rağmen kafasını suyun içinden çıkarmadı ta ki vücudu hareketsiz kalana dek...

SEN TAM BANA GÖRESİN:)

Kendinizi aynı anda hem çok mutlu, hem de çok üzgün hissettiğiniz zamanlar oluyor mu?
Benim oluyor bazen..Ve bugün de öyle bir gün..
Hem çok mutluyum hem de çok üzgün, hangisine daha çok yoğunlaşmalıyım bilemedim.İsteyerek de olmuyor zaten böyle şeyler..
Ne hissedeceğinize kendiniz karar veremiyosunuz bir anda oluveriyor herşey..

Şimdi saçmalıyorsun yani böyle birşey nasıl olur demeyin bal gibi de oluyor işte..
Evet mutluyum çünkü iş değiştirme kararı aldım ve sevdiğim bir işi yapacağım için hem çok mutlu hem de çok heyecanlıyım, ama öte yandan eski işyerimdeki arkadaşlarımdan ayrılacağım için de çok üzgünüm. Sonuçta bir daha görüşemeyeceğiz diye bir kanun yok tabii ki, görüşebiliriz bu bizim elimizde ama yine de insan hüzünleniyor ister istemez..

Sonuçta 2,5 sene dile kolay, az bir zaman değil yani..İnsan alışıyor bazı şeylere elinde olmadan ve sonradan onlardan kopmak zor geliyor.En azından bana öyle geliyor. Biraz fazla duygusalım mesela bu da bir gerekçe tabii ki ama her normal insan üzülür sanırım böylesi bir durumda.Çünkü insanlar çok kolay alışırlar ama alışkanlıklardan vazgeçmek de bir o kadar zordur..

Yaaa sende yani kararını vermişsin şimdi numara yapma demeyin, çok ciddiyim.Üzüleceğimi tahmin etmiştim ama bu kadarını beklememiştim açıkcası.. Demek herşey beklenildiği şekilde gerçekleşmiyormuş hayatta bunu da anlamış oldum.

Böylesi bir kararı vermek zor olmalı diyorsunuzdur belki.Aslına bakarsanız haklısınız, kolay bir karar değildi, ama çok çok fazla da zorlanmadım.Şartlar zaten bana kararımı verme konusunda epeyce yardımcı oldu. Yaptığın işi sevmek de çok önemli bir olgu zaten, bende işimi çok fazla sevdiğimi söyleyemeyeceğim, ve şunu da eklemeden geçemeyeceğim; sevmediğin bir işi yaptığında hayat çekilmez oluyor maalesef.. Ama yeni başlayacağım işe RESMEN AŞIĞIM...

Hatta yeni işim için bir şarkı da buldum:)
Sen tam ban göresin
Hadi gel biraraya gelelim
Sen tam ban göresin
O zaman ver elini gidelim
ARTIK ANLADIM SENSİZ YAŞAYAMAM!

Umarım hepiniz için hayat çekilir haldedir, eğer değilse de üzülmeyin beni düşünün..Yapılamayacak hiçbirşey yoktur hele ki kendi mutluluğunuz ve huzurunuz içinse bunlar..Bu sebeple eğer hayatınız çekilmez haldeyse onu çekilir hale getirmek sizin elinizde bunu sakın unutmayın..

16 Nisan 2010 Cuma

TUT Kİ BEN...

Tut ki ben manyağım, manyağım ama öyle böyle değil önde giden cinsinden..
Düşün şimdi, ne yapardın benim yanımdayken?
Korkardın dimi, ben de sen korktukça üstüne gelir seni canından bezdirirdim..harika olurdu diye düşünüyorum..

Tut ki ben tatildeyim, tatildeyim ama öyle böyle değil Bora Bora’dayım..
Düşün bakalım yine, özler miydin beni?
Özlerdin biliyorum, çok özlerdin ama ben inadına biraz daha kalırdım..

Tut ki ağlıyorum ben, ağlıyorum ama öyle böyle değil hıçkırıklar boğazımda düğümlenircesine..
Düşün hadi yine, beni avutmaya çalışır mıydın?
Evet yapardın biliyorum,bense ağlamaya devam ederdim beni sevdiğinden dolayı..

Tut ki ben göremiyorum, göremiyorum ama öyle böyle değil heryer zifiri karanlık..
Düşün tekrar, ışığım olmak ister miydin?
İsterdin biliyorum, kendini bile feda ederdin,bense sana kıyamadığımdan giderdim..

Tut ki ben yaşlıyım, yaşlıyım ama öyle böyle değil yüz yaşıma merdiven dayamışım..
Düşün bakalım,yanımda olur muydun yine de?
Olurdun biliyorum, ama ben seni istemezdim neden mi? o halimi görme diye..

Tut ki ben öldüm, öldüm ama öyle böyle değil kötü bir kazada can verdim..
Düşün bakalım, üzülür müydün?
Üzülürdün biliyorum, bense sana bakardım hep bir yerlerden..

Tut ki ben senim, sen de ben..
Düşünüyor musun hala?Ne yapardın bu durumda ben olarak?
Ben söyleyeyim sen olarak; hep severdim,bıkmadan,usanmadan...

CUMA!...



Yuppiii bugün Cuma:)
İçimde bir sevinç bir sevinç ki sormayın gitsin..
Yarın Cumartesi hafta sonu ve ben özgürüm..Hepimiz özgürüz..

Özgürlüğü hiçbir şeye değişmem, kişisel tahminlerime göre siz de öylesinizdir mutlaka:)
Sana ait zamanın var, istediğin gibi değerlendir ayy yazması bile heyecan verici..

Aslına bakarsanız bugün mutlu olmamın başka nedenleri de var.İçimde tuhaf bir hisle uyandım bu sabah ve sabahın 6’sından beri de uyanığım.Güzel başlayan bir gündü, sabah kahvemi içtim dizimi seyrettim ve gülmekten çatladım:)

İçimdeki his beklediğim güzel haberlerin gelmesine vesile olur umarım. O haber geldiğinde mutlaka paylaşacağım merak buyurmayınız:)

Öyle işte bugünün son iş günü olmasının verdiği sarhoşlukla içim bir hoş,
Yazarken saçmalamış da olabilirim..Olsun önemli değil ki nasıl olsa bugün Cuma..:)

15 Nisan 2010 Perşembe

KORKUSUZ ADAM...

Karanlık sokağın ortasında bir gölge beliriverdi birden bire,
Ne oluyor demesine kalmamıştı ki bir patırtı koptu derinden,
Her yer sallanmaya başlamıştı, herkes çığlık çığlığa koşuşurken,
O olduğu yerde durmuş kalabalığı seyrediyordu sessizce..
Zamansız gelen telaşın içinden geçen çaresiz insanlar,
Soğuk bakışlar, kan, korku herşey birbirini kovalıyordu,
Neden olduğu belli olmayan bir sarsıntıydı bu ama deprem de değildi,
Peki neydi Allah aşkına!
Kesinlikle şamatadan başka birşey değildi bu,
Yersiz, zamansız bir kargaşa,
Ama doğaldı bunun olması diye düşündü sonra içinden,
Ne de olsa savaş halindeydi ülkesi,
Ne kadar berbat birşey bu diye haykırdı içinden,derinden,
Sanki iç organları yavaşça kendilerini boşluğa atıyorlardı,
“Savaş kötüdür, barış en iyisidir” dedi önünden geçen insanları yakalamak istercesine eğilerek,
Kimse bakmıyordu ona, herkes can derdinde koşuşturuyordu sağa sola,
Ne bitmez bir sarsıntıydı bu derken silah sesleri, bomba sesleri birbirine karıştı,
Sadece patlayan bomba sesleri ve çığlıklar vardı artık,
Kimse kimseyi duymaz olmuştu,
Ne bitmez bir çileydi bu böyle, ne yapmalıydı peki böylesi bir durumda,
Düşünmekle olacak iş değildi, eğer savaşılacaksa o da savaşmalıydı,
Ama korkuyordu, kimseye belli etmiyordu ama içten içten bir korku sarmıştı tüm benliğini,
Evet evet artık emindi kendinden, korksa da bunu yapmalıydı, yapmak zorundaydı,
Başka bir alternatifi yoktu, ülkesine zorla girilmiş ve her yer talan edilmekteydi.
Koştu silahını aldı, cepheye doğru sanki uçarak gitmişti,
Kendini bir anda çapraz ateşin içinde buluverdi, iyi ama daha önce böyle birşey yapmamıştı,
Peki tamam şimdi sakin olmalıydı, diğer şekilde bir yarar sağlayamazdı kimseye,
O da ne füze mi atmıştı düşman askerleri, bu sefer sıçmıştı işte hayatta kurtulamazdı bu durumdan
Kararını çabucak verdi, madem ölecekti kaçarak değil savaşarak ölmeliydi,
Füzenin geldiği yöne doğru yürümeye başladı, füze gitgide yaklaşıyordu,
Ama yaklaştıkça korkusu azalıyordu sanki,
Füzenin kulak tırmalayan sesinin yaklaşmasıyla birlikte ona çarpıp parçalaması bir oldu..

Bir anda düştüğü yerden kalktı, gözlerini açtı, doğruldu iyice ve vücudunu kontrol etti,
Sağlamdı, hiçbir şeyi yoktu, iyi de nasıl olmuştu bu derken seslerin kesildiğini fark etti,
Etrafına baktı, odasındaydı ve sadece yataktan düşmüştü...)

14 Nisan 2010 Çarşamba

İNSAN OLABİLMEK!...

Ne iğrenç ne salak insanlarla birlikte yaşıyoruz..
İğreniyorum bazen insanlardan.. Sen nesin sanki pekin ördeği misin diyorsunuzdur şimdi ee haklısınız ben de insanım.
Ama bana sorarsanız insanlar tek tür değil. Birkaç türü birden içerisinde barındıran bir cinsiz biz.Ama nedense hepsinin de görüntüsü aynı..
Mesela; goril,şempanze,şebek falan diye ayrılıyor yaa maymun türleri ama birbirinden biraz daha farklı dış görünüşleri var onların..
Biz hepimiz aynıyız, ama bizim de düşüncelerimiz, davranışlarımız farklı işte tür ayrımı da burada başlıyor zaten.

Kimisi pek düşünemez, beyni yoktur..Fazla zorlamamak lazım bu türleri çok üstüne gidildi mi intihara meyleder..
Kimisi fazla akıllıdır,beynindeki lobların çoğunu çalıştırır ama onlarda hayattan zevk alır mı acaba bilemiyorum bence tartışılır..
Kimisi normaldir ki, çoğu insan bu tür içine girer; ama şuna dikkat çekmek istiyorum normal insanlar da kendi aralarında türlere ayrılır.Habire türlere ayrılır falan diyorum yaa birden okul günlerim geldi aklıma:)

Normal insanlar 3 türe ayrılır:
1.tür; gerçekten normal olan insanlar,
2. tür; normal olduğunu sanan insanlar,
3. tür; normal olan fakat başkalarından daha üstün olduklarını düşünen insanlar..

Tahmin ettiğiniz üzere en tehlikeli tür 3. tür insanlar oluyor. Hepimiz illa ki bu tür insanlarla istemeden de olsa bağlantı içinde olmuşuzdur.
3. tür insanlara biz halk arasında o kadar değişik isimler veririz ki saymakla bitmez, tek bir kelimeyle sınırlı kalamıyoruz maalesef, türleri müsait değil tek kelimeye zaten.. Konuyla ilgili birkaç örnek; Salak, aptal, dingil, gerizekalı,moron,kendini beğenmiş,O...pu,o...pu çocuğu, pe...nk, hayvan, öküz, şerefsiz vs. vs. diye uzar gider bu liste böyle.Siz zaten biliyorsunuz diğer isimlerini:)

Peki iyi güzel de benim anlamadığım nokta şu; neden onlarda bizim gibi insanmış gibi nitelendiriliyorlar..
Bazıları adamı katil eder cinsten oluyorlar zaten (ki bu tipi çok iyi bilirim) bazen insan Allah yarattı demeyip öldürmek istiyor, hem de işkence ederek.. Ama ne var ki yasalar buna izin vermiyor. İnsan Hakları var diyorlar. Sen “Yahu kardeşim iyi güzel de bu insan değil ki” desen de, onu insan sınıfına, adam sınıfına koyuyorlar ve adam öldürdün diyorlar.Halbuki insanlığın yanından geçmemiş ki..

Bazen bu tiplerin uzaydan gelip bizi incelediğini falan düşünüyorum açıkcası..Üstleri bunları insan kılığına sokup dünyaya göndermiş demişler ki; gidin ve insan ırkının sabırlarının sınırlarını zorlayın..Bilmem belki de gerçeklik payı vardır, bazen inanıyorum yani..

Bir de bunların salak olup da kendini çoook akıllı sanan, çok kültürlü sanan tipleri var ya..Deli ederler adamı.. Ya Allahın salağı bilmediğin konuda konuşma, konuştukça batarlar, battıkça daha da konuşurlar, herşeyin içine ederler. Sende eğer bu tiplerin mecburen yakınlarında bulunuyorsan, aaa o da ne büyük piyango sana vurmuş, sinir hastası olmuşsun...Tebrikler!

Bence bunlar insanlıktan bir haber insan müsvetteleri.. Yahu sana birşey yapmayan, yardım eden, saygılı davranan bir insana neden kin güdersin ki, be Allahın sersem kulu.. Hayvan bile onu sevene, birşey yapmayana dokunmuyor.Hatta üstüne bir de sevgi gösterisi yapıyorlar ve farkında mısınız biz onlara hayvan diyoruz. Halbuki bu bahsettiğim tipteki insanlardan daha insanlar..

Bu arada üniversite bitirmekle,doktora yapmakla falanla filanla da insan olunmuyor.Niceleri var ne güzel okulları okuyup bitirmiş, hatta kendi alanlarında başarılı olmuş canlılar, ama ne yazık ki hepsi insan değil(insan olanları tenzih ederim)..Okumakla insan olunmuyor ki keşke olunsa ama olmuyor işte..

İNSAN OLABİLMEK; vicdanlı olabilmektir, insanları sevebilmektir, özür dilemeyi bilebilmektir, affedebilmektir, yardım edebilmektir, saygılı olabilmektir, sadık kalabilmektir; insan olabilmek YARADANA ŞÜKREDEBİLMEKTİR...

İnsan olmayanlara insan denmemesi dileğiyle...)

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dostluk ve İnsanlık arasındaki ince çizgi..

Ben nasıl bir insanım diye düşündüğünüz zamanlar oluyor mu?..eveeeettt
Başkaları tarafından nasıl biliniyoruz acaba, bizim için ne düşünüyorlar, seviyorlar mı bizi, yoksa aman bizden uzak olsun diye mi düşünüyorlar, acaba etrafımıza neşe mi saçıyoruz ,yoksa onları sıkıyor muyuz, keşke hep yanımda olsa denilen arkadaşlardan mıyız, yoksa olsa da olur olmasa da denilenlerden mi???? vs vs..
Bu sorular bu şekilde uzar gider peki en önemli birkaç soru hangisi? Bence şunlar..

Acaba biz kendimizi yeterince seviyor muyuz ki karşımızdakilerin sevmesini bekliyoruz?
Arkadaşlarımıza karşı anlayışlı mıyız, onları anlıyor ve hep yanlarında oluyor muyuz?
Ve arkadaşlıktan anladığımız nedir?

Bunları hiç düşünmeden hemen cevaplayıp ardından da gülebiliyorsanız, harikasınız..

Eğer kendimizi seviyorsak, arkadaşlarımıza karşı anlayışıysak zaten en önemli sınırlar kalkıyor, sonrasında arkadaşlığımızı sorgulamamız kalıyor geriye.
Arkadaşlık herkese göre değişen bir kavram olmakla birlikte bazı olmazsa olmazlara sahiptir bence!
Arkadaşlarımızı kendimiz seçeriz mesela, belki de bizi yansıtırlar, kimisiyle daha samimi oluruz kimisiyle yüzeysel kalır arkadaşlığımız..

Dostum dediğimiz insanlar azdır çünkü herkesten dost olmaz..
Dost dediğin, hep kendi sorunlarını anlatıp karşısındakini dinlemeyen değildir.Kimi zaman sen kimi zaman o anlatacaktır.Çıkar ilişkisi denen birşey yoktur dostlukta eğer varsa dostluk değildir onun adı..
Sadece iyi günde yanımda olan kötü günümde bana sırtını dönen insana arkadaşım demem ben mesela, çoğu insan da benimle hemfikirdir bu konuda..
Dostluk beraber gülebilmek, beraber ağlayabilmektir.Kısacası PAYLAŞMAKTIR....
Dostluk birbirini iyice tanımak ve inanmaktır.Kısacası GÜVENMEKTİR...
Dostluk sadece lafla değil gerçekten dost için birşeyler yapabilmektir.Kısacası FEDAKARLIKTIR...
Dostluk sadece iyi günde değildir.Kısacası SÜREKLİ OLANDIR...
Dostluk birbirine karşı anlayışlı olmak ve zaman zaman karşındaki olabilmektir.Kısacası AYNAYA BAKABİLMEKTİR...
Dostluk rahatça kendini ifade edebilmektir.Kısacası KONUŞMAKTIR...

Dostum olarak nitelediğim insanların elimden geldiğince her daim yanında olmaya çalışırım..Dostluk kolay bulunmaz değil mi? Kesinlikle haklısın diyorsunuz şu an.. Evet haklıyım çünkü bu su götürmez bir gerçek!...
Ama dostum olmayıp da dostummuş gibi davranan, sonra da arkamdan iş çeviren insanların da vay halinee..Gerçi o tiplere insan da denmez yaa neyse, bayağılaşmış, sığ, beyni olmayan insanların toplumda bile yeri yok bence..Midem bulanıyor bu tip insanları gördükçe, bir de insanız diye geçiniyorlar yaa işte o zaman kendi insanlığımdan tiksiniyorum.Onlar insansa eğer ben hayvan olmayı yeğlerim açıkcası. Maalesef ki bu tip insanlarla bir arada yaşıyoruz, zaman zaman da karşılaşıyoruz..İşte bu tiplerden bırak dost olmayı beklemeyi, insan olmayı bile beklememek lazım..

Çok sevdiğim, rahmetli Barış Manço’nun şarkısından ufak bir dizeyle bitiriyorum..

Barış der her bir yanın altın gümüş taş olsa,
Dalkavuklar etrafında el pençe divan dursa,
Sapa kulba kapağa itibar etme etme dostum;
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok.
Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum;
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok...

Hayatı Yaşamaya Değer Kılmak..

Dünyaya bir daha gelecek miyiz?
Hayır dediğinizi duyar gibiyim, evet haklısınız bu ilk ve son hakkımız ve bunu da güzelce değerlendirmeliyiz bence..
Günlük işler bitmez hiç, her gün aynı terane yaparsın bitirirsin, ertesi gün tekrar ertesi gün tekrar devam..Peki bunun dışında birşeyler yapmazsak hayatımız tekdüze olmaz mı? hem de nasıl..
Bu sebeple kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza ve sevdiğimiz zevk aldığımız işlere zaman ayırmalı ve hayattan haz almalıyız..

Yoksa bu hayat çekilmez, kimisi şiir yazmaktan, makale yazmaktan hoşlanır, kimisi oyun oynamaktan, kimisi sadece gevezelik etmekten, kimisi fotoğraf çekmekten, kimisi seyahat etmekten, kimisi yemek yapmaktan, kimisi şarkı söylemekten,kimisi yeni birşeyler öğrenmekten, kimisi değişik tarzda el işleri üretmekten zevk alır.Her insan farklıdır ama her insanın zevk aldığı bazı şeyler mutlaka vardır ve bunlar yapılmazsa yavaş yavaş depresyona doğru gider bu yol..

Hayatı yaşamaya değer kılmak bizim elimizde, çekilmez hale geitrmek de yine bizim elimizde..
Bazen çok kötü zamanlardan geçeriz, bunalırız, sıkılırız ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelir bize ama inanın bitiyor..
Ama sırf bu böyle, şu şöyle diye kendimizden vazgeçersek sonumuzu hayır etsin Allah..

Bu sebeple şu güzel şarkı sözleriyle yazımı noktalamak istiyorum.
Hayat dudaklarda mey, eğlen oyna durma hey, yaşamak ne güzel şey...

11 Nisan 2010 Pazar

sakin...

Ne yapacağınızı bilemeyip sinir krizi geçirecek gibi olduğunuz zamanlar oluyor mu hiç?
Benim oluyor maalesef, yaşayarak tecrübe etmenizi istemem ayrıca..

Bunun bir sonu var mı, ne zaman son erecek, bende mi bir anormallik var, neden her şey ters gidiyor diye düşündüğümüz zamanlar oluyor hep.. Kısaca şöyle cevaplayayım; birincisi her şeyin bir sonu vardır, ikincisi geçirilen kötü zamanların ne zaman sona ereceğini söyleyemem ama mutlaka sona eriyor bunu söyleyebilirim sanırım, üçüncüsü korkmayın gayet normalsiniz sadece hepimiz zaman zaman kendimizi anormal hissedebiliyoruz, son olarak da her şey ters gitmiyor mutlaka içlerinden bazıları biz ters gittiğini düşündüğümüzde dahi iyi gidiyordur sadece her şeyin ters gittiğine kendimizi o kadar kaptırmışızdır ki iyi olanları gözden kaçırmaya başlamışızdır..

Sonuçta her şey düzeliyor, her zaman kötü bitmiyor ama bunun için sabırlı olmamız gerekiyor sanırım yoksa kendimizi yıpratırız hepsi bu..

7 Nisan 2010 Çarşamba

Ben Çok Şanslı Birisiyim! Neden mi?

Ne var biliyor musunuz, insanı çok mutlu eden birşey bu bahsedeceğim konu..
Hazır mısınız?
Orda mısınız?
Tamam tamam sabırsızlanmayın söylüyorum..
Gerçek Dostluk...
Ee söyledim işte ne bekliyorsunuz hala:)
Dostluk gibisi var mı yaa, yok tabii ki!

İnsanın başı sıkıştığında, sıkıldığında, birisiyle konuşma ihtiyacı duyduğunda, yardıma ihtiyacı olduğunda, sevinçli, mutlu bir haberi karşısında kahkahalar atarak paylaşmak istediğinde,kendini kötü hissettiğinde,birinin omzunda ağlamak istediğinde, kendisini sıkılmadan dinleyecek birilerinin varlığını bilmek mükemmel bir duygu olsa gerek demiyorum neden mi demiyorum..
Çok sabırsızsınız:)
Demiyorum çünkü ben bu duyguyu biliyorummmmmm..
Çünkü benim dostlarım var hem de gerçek dostlar öylesine iyi gün dostu değiller...

Ne kadar şanslı olduğum hakkında bir fikriniz var mı?
İnşallah bu yazıyı tüm okuyanlar şanslı olduğum konusunda hemfikirdir.Bu illa beni tanımanızı gerektirmez, benim şanslı olmam gerçek dostlara sahip olmamla alakalı olduğundan eğer sizlerinde gerçek dostları varsa şanslı olduğum konusunda hemfikiriz demektir..
Umarım da öyledir..
Sizler de gerçek dostlara sahipsinizdir..

Dostluk, harika bir şey gerçekten..
Düşünsenize; size sevgiyle bakan gözler var etrafınızda, saçma bir espri yaptığınızda bile gülen, siz üzüldüğünüzde sizinle üzülen, güldürmek için türlü şebeklikler yapan, elinden gelen bir şey olduğunda derhal yapmaya hazır, en önemlisi de karşılık beklemeden seven.. Gerçekten şanslıyım..
Tabii ki ben de dostlarımı aynı duygularla seviyorum, onlar benim için çok değerli, iyi ki varlar..

İyi ki varım.
İyi ki varız..
İyi ki varsınız...

Gerçek dostlukların ve güzel günlerin hiç bir zaman kaybolmaması ümidiyle...

Çok Sinirliyim..

Bazen çok uzaklara gitmek istediğiniz, herkesten, herşeyden uzaklaşmak istediğiniz zamanlar oluyor mu? Benim oluyor hem de bu ara çok sık oluyor..
Saçma sapan, tekdüze, insanların birbirlerini anlamadığı yada anlamaya çalışmadığı, soğuk, gülümseme olmayan,yapmacık,çıkarcı,mutlu olunamayan bir hayat yaşamaktan bıktım..Kendimi uzak diyarlara atmak istiyorum, olabildiğince uzağa...

Nedenini de anlayabilmiş değilim zaten, neden bu yapmacık tavırlar, neden kimse olduğu gibi davranmıyor sahte gülümsemeler, samimi olmayan cümleler nereye varacaklar böyle anlayamıyorum.
Halbuki herkes birbirine sevecen davransa, anlamaya çalışsa, içten bir gülümseyişle günaydın dese, saçma sapan şeylere takılmasa hayat ne kadar güzel olurdu düşündünüz mü hiç? ben düşümdüm ve bulduğum cevapla çok sinirlerim bozuldu.

Bu anlattıklarımı hayata geçirmek zor olmasa gerek, kendin gibi davranmak, insanlara elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışmak, içten ve samimi olmak zor değil yaa.. Peki neden bu saçmalıklar var hayatta?
Ahh bir anlasam, bir anlasam...

Her gün yeni bir saçmalıkla yüz yüze gelmek ne iğrençtir bilirsiniz..Ne zaman sonu gelecek bunların dersiniz ama gelmez lanet olsun gelmez..Ama bir gün gerçekten gideceğim buralardan..Nereye mi? Açıkcası ben de bilmiyorum ama gideceğim..Bunaldım, sıkıldım, afaganlar bastı beni burda..Şu an bir sinir harbi içinde olduğumdan saçma cümleler kuruyor olabilirim, bilmiyorum ama sonuçta beklediğim ve istediğim kötü ve yanlış bir şey değil ama sanırım bu yüzyılda ve bu insanlarla gerçekleşmesi neredeyse imkansız..

Eskiden mi yaşasaymışım acaba diye düşündüğüm zamanlar da olmuyor değil hani.Belki de daha güzel zamanlardı..
Umarım bizden sonrakileri daha kötü zamanlar beklemiyordur..

5 Nisan 2010 Pazartesi

Havuç Kafalı Kızın Hikayesi..


Çocukluk günlerim geldi bugün aklıma nerden estiyse artık:)
Babamla uçurtma uçurduğumuz, top oynadığımız, babamın sırtına çıkıp insanlara tepeden bakan bir edayla göz süzüşlerim geldi aklıma..
Ne güzel günlerdi onlar, keşke geri getirebilsem..

Arkadaşlarımla yakar top oynardık, ip atlardık, dokuz taş oynardık, saklambaç, körebe, yerden yüksek, ebe tura bir iki üç:) ve ismi şuan aklıma gelmeyen bir sürü oyun daha..Şimdi isimleri ne kadar komik gelse de o zamanlar bayılırdık bu oyunlara..

İtiraf ediyorum ben biraz mızıkçıydım:) yanardım,ebe olurdum ama hep çamura yatar bir bahane bulurdum..Arkadaşlar da sağolsun kabul ederlerdi severlerdi beni galiba:) çocukluk günlerini herkes özlüyordur illa ki, hele de güzel geçmiş tadına doyulmaz bir çocukluksa bu...

Çocukken herşey harika görünürdü gözüme; tek derdim acaba bana kim çikolata alacak, ne zaman parka gideceğiz, bayram gelse de bayramlıklarımı giysem,balon istiyorum alsalar ya bana..
Uçan balonlarımı da hep gökyüzüne salardım sonra da arkasından ağzı açık ayran budalası gibi bakardım:) hoştu, güzeldi, balonlarımın bulutları geçip uzaya gittiğini sanırdım...Çocukluk işte..

Denizi çok severdim mesela, yüzmesem bile görmem lazımdı denizi, eğer yakınından geçiyorsak da taş atmalıydım mutlaka..Bir keresinde İstanbul’dan Trabzona gidiyorduk.Bilenler vardır, Samsundan sonrası hep deniz, tabii ben küçüğüm daha başlarmışım “otobüsçü amca durdursun otobüsü ben denize taş atayım” diye:) Annem de kızım olmaz şudur budur dese de anlayan kim; biraz da sevimlimiy mişim ney mişim severlermiş beni, sonra otobüsçü amca otobüsü durdurdu da ben denize taş atıp rahatlamıştım o günü hiç unutmuyorum:) sağolsun otobüsçü amca...

Bir de diğer kız çocuklarının aksine durup vitrinlere bakmaktan nefret edermişim annemler bakarken ben yürür gidermişim, tabii bu arada ellerini falan da tutmazmışım büyüğüm yaa:) bir kaç kere annemler kendilerince plan yapıp benden saklanmışlar bir tanesini hayal meyal hatırlıyorum, ben her zaman ki gibi onlar vitrine bakarken vın devam yola ama arada da döner bakarmışım geliyorlar mı diye, geliyorlarsa devam yola:) ama o gün bir döndüm arkamı ki kimse yok hep yabancılar sağa bakmışım sola bakmışım biraz koşuşturmuşum falan sonra da başlamışım ağlamaya:) bir abiyle bir abla tuttu elimden sonra “ne oldu sana tatlı kız kimse yok mu yanında”dediler. Bense ağlamaklı bir sesle ancak “kayboldum” diyebilmişim:) Tabii bu arada annem ve babaannem beni diğer sokağın köşesinden izliyorlar bana ders olsun bir daha yapmayayım diye, en son geliyolar herkes konuşuyor anlaşıyor falan. Aradan iki dakika geçiyor annemler vitrine bakarken ben yine arkama bakmadan yola devam...hala daha da öyleyimdir,nedense bir sinir harbi başlatıyor ben de öylesine vitrinin önünde dikilip içerdekileri seyretmek...

Bir de erkek çocuklarla futbol oynardım, misket oynardım çok eğlenceli gelirdi bana:) Bebeklerimle de oynardım hatta kafama göre yıkar, saçlarını keser, kendimce makyaj yapıp stillerini değiştirirdim ama erkek çocukların oynadığı oyunlar da bir o kadar ilgimi çekerdi açıkcası.
Ortaokula kadar gitmişti bu, hep oynardım sonra genç kız oldum ya bırakıverdim oynamayı:) ama maçları hala daha hop oturup hop kalkarak izlerim, futbol aşkı işte...

Hiç hoş bişey değil bu bahsedeceğim hadise fakat erkek çocukları döverdim bir de, cadı bişeymişim ben yaaa:) Ama haksızlığa dayanamazdım ne yapayım.Gücüm de yetmezdi zaten ama hileyle döverdim işte.Bir tanesi beni kızdırmıştı iri yarı da bir çocuktu dövemeyeceğimi biliyordum ama birşey yapmam lazımdı.Mahallede inşaat vardı ordaki kumları avucuma doldurup çocuğun suratına atmıştım, o gözlerini tutarken de tekme, tokat, yumruk Allah ne verdiyse dövmüştüm:) tabii sonra topuk...Birkaç gün sokağa çıkmamıştım korkudan:) Ama her ne yaptıysa çok kızdırmıştı beni demek ki o kadar da cazgır değildim hani..küçük bir hanımefendiydim:))duy da inanma hesabı...

Bir de herkesi eve davet edermişim oturmakta yetmez yatıya gelin dermişim.Hadi tanıdıklar tamam ama beni sokakta seven yanağımı sıkan amcalara,teyzelere, abilere, ablalara da aynısını dermişim:) İnsanları seviyormuşum demek ki:) şimdi de seviyorum ama artık adamına göre muamele yapar oldum..

Annemin amcasını kendi dedem gibi severmişim kendi dedem İstanbulda değildi çünkü. Annemin amcası da beni çok severdi zaten ee ben de onu tabii ki. O zamanların son model mercedeslerinden vardı Talip amca da,çok severdim arabaları ben de , evlerimiz de biraz uzaktı ne yazık ki her zaman görüşemiyorduk.Kızları da teyzem gibiydiler onları da çok severdim hala da severim..Bir de o zamanlar revaçta olan karaşimşek dizisi vardı büyükbabamın kucağına oturur tek bir bölüm bile kaçırmadan izlerdim hep.Saat aldırmıştım saatten anlamadığım halde sırf kit’le konuşmak için:)
Kendi kendime söylenirmişim bazen, “keşke Talip amcayla bizim evlerimiz yapışık olsa Talip amcanın arabası da karaşimşek olsa” diye hala daha anlatır gülerler bana:) Çocuğum ne yapayım.Hayal gücü de biraz fazla çalışınca böyle oluyor demek ki:)

Habire hikaye anlatırmışım herkese; hikayelerin hepsinde de havuç kafalı ,lüle lüle saçları olan çilli, tatlı, çoook güzel bir kız olurmuş mutlaka, hikaye bu kızcağız erafında dönermiş hep, kah prenses olurmuş, kah çocuk, kah alice olurmuş kah kendisi, ee tabii ki tahminleriniz üzere o bendeniz oluyormuşum hep..Tabii beni uyutmak için yanıma gelenlere böyle hikayeleri anlatıp da onları uyuttuktan sonra içeriye gidişimi ve içerde bir kahkaha kopmasını söylemiyorum bile:)

Çocukluk çok güzel birşey gerçekten ben daha doyamadan çocukluğuma bir de baktım büyümüşüm ne kadar çabuk yaaa..
Zamanı tutamıyoruz maalesef, keşke tutulsa tekrar çocuk olmak isterim.O zaman büyükler derdi hep ahh ahh çocukluk ne güzel insan büyüdükçe dertleri de büyüyor diye, gülerdim ah bir büyüsem derdim. Şimdi anlıyorum ki hepsi çok haklıymış çocukluk gibisi yokmuş. Ekmek elden su gölden en büyük derdin çikolata, balon, yeni ayakkabılar, park:)))

Ahhh ahhh çocukluk gibisi yok...
Hem masum, hem mutlu, hem de huzurlu...

1 Nisan 2010 Perşembe

Karanlığın Ardından Doğan Güneş!...

Herşeyden sıkıldığın bir anda güzel bir haber almak gibisi yoktur..

Gergin yüz kaslarının gevşemesine, damarların genişlemesine, nefesin daha rahatlıkla alınıp verilmesine, stresin birden bire sanki yok olup sırtındaki büyük yükün bir kenara fırlatıp atılmasına kadar gider..

Yüz kaslarının gevşemesiyle gözlerin içi gülmeye başlar, bu da göz etrafında kırışıklıklara neden olur ama böyle güzellikler arasında kırışıklığınm lafı mı olur..Bence olmaz..

Bazılarınız beni şuan çok iyi anlıyorlardır belki de.. Beni anlayanlar; sinirden patlama noktasına gelmiş, göz bebeklerin büyümüş, dişlerini uzun süre sıkmaktan artık ağrımaya başlamış, yüzün asık, aman Allahım şimdi ne olucak, acaba bugün ne duyucam gibi düşüncelerden kafan bir dünya olmuş, hiçbir şeyden zevk almamaya başlamış, sanki hayattan olan beklentilerinden bile vazgeçmiş, kendinden bıkmış bir bireyken; tüm bunları değiştirecek bir haber almak nasıldır bilirler...

İşte tüm bunların üzerine kaymaklı kadayıf gibi gelir bu haber, sevinçten ne yapacağını bilemez bir halde olursun ilk önce, ben öyleyim şahsen.. sonra yavaş yavaş ,idrak etmeye başlarsın bazı şeyleri, ve şükredersin, "Allahım bana bugünleri de gösterdin şükürler olsun sana" diye...

İnsanız ve hayatta kimbilir daha nelerle karşılaşacağız bilinmez..
Ama ben şunu anlıyorum bu durumdan; her karanlığın arkasından mutlaka güneş doğuyor, kuş cıvıltıları ve gülümseyen yüzlerle birlikte..
Hayatın anlamı değişiyor o anda..

İşte o an; eşi bulunmaz bir an..Her an bunun gibi eşsiz anların keyfini çıkarmak dileğiyle..

29 Mart 2010 Pazartesi

Gamsız Olmak bir Sanat mıdır!...

Daha dün baktım penceremden mutlu hayatlar gördüm, sokaklarda gezinen,neden bugün herkes mutsuz dedim kendi kendime, cevap bulamadım kırıldım içten içe...

İnsanlar gülsün istedi içimdeki susmak bilmeyen, yufka yürekli ses, fakat herkesi mutlu etmek zordu bunu bilmeden sadece konuşuyordu malum içten gelen ses...

Herkes gülsün doyasıya kahkalar atarak, mutlu olmak önemlidir kaç yaşında olsak da....
Gülelim, eğlenelim bazen hiçbirşey düşünmeden..Gamsız olmak bir sanat mıdır? Ben pek beceremem de; acaba okulu var mı, gitsem bir görsem belki kaydolurum ve sonunda ben de gamsız olurum..

Varsa bile ne öğretiyorlar acaba gamsızlık okulunda..yok yok bence bişey öğretmiyorlardır çünkü o okulun hocaları da gamsızdır bence..Biz yine düşünerek devam edelim hayatımıza bu güzel bir yetidir değil mi?.. Sadece arada dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü düşünelim mutlu olalım sevdiklerimizle, yoksa çekilmiyor hayat her daim ciddi olarak...

26 Mart 2010 Cuma

BECKY'NİN HAYATI BÖLÜM 1

Karanlık sokakta hiçbir korku duymaksınız sakince ilerliyordu.Nedense herkesin korktuğu karanlık,ıssız sokaklar onu korkutmuyor aksine tatlı bir heyecan duymasına vesile oluyordu.İzlediği filmlerden etkilendiği şimdiye kadar hiç olmamıştı.Fazla mı cesurdu yada cesurmuş numarası mı yapıyordu kendisi de emin değildi. Belki de bir korunma iç güdüsüydü bu, evet evet iç güdüseldi bu alışkanlık.Aslında içten içe korkuyordu o da..Bunu ilk defa o an hissetmişti ve dehşet verici bir korkuya kapıldı o an, ne yapması gerektiğini bile bilmiyordu sadece çok korkuyordu.Peki ya bu ıssız sokakta karşısına birisi çıksaydı korkudan ölebilirdi herhalde o an.
Becky, üniversitede sosyoloji son sınıf öğrencisiydi; uzun kumral saçları, koyu ve iri kahve rengi gözleri , ufacık burnu ve balık etli vücuduyla harika bir kızdı gerçekten.Kendisine her zaman, her alanda güvenirdi.Ama içini kaplayan bu ansız korku yüzünden kendine olan güveni de sarsılmıştı.Hiç tadını bilmediği hisleri tatmak pek hoşuna gitmemişti.Bu düşüncelerle birlikte nihayet evine vardı.Evi, bahçeli,ufak ve şirindi. Bahçesinde salıncak bile vardı.Fakat epey zamandır kullanılmadığından artık demirleri gıcırdamaya başlamıştı, kesinlikle demirlerin yağlanması gerekiyordu.
Becky kafasındaki binbir düşünceyle koltuğun üzerinde uyuyakaldı.Uyandığında güneş çoktan doğmuş, insanlar yollara düşmüştü bile.
Becky’nin canı bugün hiçbirşey yapmak istemiyordu bu sebeple okulu asmaya karar verdi.Evde kalıp bir elinde kahvesi üzerinde battaniyesi ile birlikte film izlemekti tüm gün için planı. Bu fikir onu gülümsetti, uzun zamandır kendine vakit ayıramamıştı.İlk önce kendine güzel bir kahvaltı hazırladı sonrasında duşunu aldı ve kahve suyunu ısıtmaya başladı.O arada da seyredeceği filmi seçmişti bile.Evet evet kesinlikle bir aşk filmi olmalıydı bu, biraz ağlayabilse hiç de fena olmazdı. Film gerçekten sürükleyici ve enteresandı, Becky gözyaşlarına hakim olamıyordu, kendisine şaştı çünkü kolay kolay ağlamazdı da.Son günlerde ne çok duygusu farklı yönde değişmişti, kendisi bile farkına varamamış, hızına yetişememişti olanların. Ama bu son değişiklik biraz da hoşuna gitmişti.Kimseye söylemezdi fakat film izlerken ağlayan insanlara hep imrenirdi, nedenini bilmeden sadece imrenirdi. Ama artık kendisi de yapabiliyordu.Filmin en heyecanlı sahnesinde, Becky tam da kendini ağlama moduna iyice kaptırmışken inanılmaz bir fırtına kopuyordu dışarıda arkasından gök gürleyip şiddetli bir yağmur başladı.Gök delinmişcsine yağıyordu yağmur. O sırada evin arka kapısından sesler geliyordu, Becky merakla ve hafif bir korkuyla arka kapıya doğru seyirdi, camdan baktığında görünürde birşey olmamasına karşın aynı ses ısrarla devam ediyordu.Sanki birisi kapıya vurmaya çalışıyordu. Kapıyı açmaya karar verdi, elleri biraz titriyordu ama eski cesaretinden çok da büyük kayıplar vermemişti. Kapıyı açtı ve kapının dibinde yağmurdan ıslanmış artık kediden çok fareye benzeyen minik bir kedi yavrusu buldu.Zavallı kediciği hemen kucaklayıp eve aldı.Kediyi bir güzel temizleyip kuruttu, sonrasında taze sütle bir ziyafet çekti kediye.Sonrasında filmini izlemeye koyuldu tekrar.Kedinin varlığını bir an için unutmuştu bu sebeple kedi bir nevi teşekkür etmek amacıyla Becky’nin kucağına zıpladığında çok korktu, sonrasında kendine gülmeye başladı.Kedi ise, şaşkın şaşkın onu seyrediyordu.
Becky ertesi sabah uyandığında kedinin kuyruğu nerdeyse ağzına girmişti.Hiç sinirlenmedi aksine gülümseyek kalktı yataktan bu pek olağan bir durum değildi.Genelde sinirli bir şekilde uyanır ilk karşılaştığı canlının canına okurdu.Ama bu sabah çok mutlu uyanmıştı.Bu da iyi bir gelişmeydi tabii ki Becky açısından.
Becky keyifli bir şekilde duşunu aldı, hazırlandı, kediye sütünü verdi ve şarkılar mırıldanarak çıktı evden. Akşam eve döndüğünde bahçeye girer girmez bir gariplik olduğunu sezdi.Evin kapısını açıp içeriye girdiğinde gördüğü manzara karşısında ağzı açık kaldı.

25 Mart 2010 Perşembe

CEMAL'İN İNTİKAMI

Ne kadar zorlanmıştı sırtındaki koca çuvalı taşırken, sırtından aşağıya terler süzülüyordu.Bitkindi zor yürüyordu o kadar şey olmuştu ki o gün hangi birini düşüneceğini şaşırmıştı. Normal bir gün değildi ve hala hayattaydı bu düşüncenin hissettirdiği güzel hislerle gülümsedi kendi kendine. Uzun boylu,hafif kır saçlı, geniş omuzlu, yeşil gözlü bir adamdı Cemal. Hayatında hiçbirşey yolunda değildi ve bundan şikayetçiydi biraz da. En başında ailesi tarafından terkedilip yurtta büyümüştü, orda da hayatının pek mükemmel olduğu söylenemezdi açıkcası, her gece kabuslar görerek uyanırdı.Yaptığını söyledikleri fakat kendisine göre asla yapmadığı şeylerle itham edilirdi, biraz da yaramazdı çocukken.Ama yine de sevilirdi etrafındaki insanlarca amcalar, teyzeler ona hep çikolata ve şeker alırlardı hayatı yurttaki günlerine göre biraz daha güzeldi belki de ta ki; o talihsiz gün yaşanana dek..
O gün ne olduğunu hiç kimseye açıklamadı fakat içine kapandı uzunca bir süre kimse ile konuşmadı tek kelime bile etmeden 5 ay geçirdi akıl hastanesinde. Orda kendine bir arkadaş edindi fakat bu arkadaşı Cemal’e kötü şeyler yapması için baskı uyguluyordu ve sonunda da başarılı oluyordu.Bu arkadaş gerçek değildi, Cemal’in kendi yansımasıydı.İçindeki kötü tarafı açığa çıkarmasına yardımcı oluyor fakat içinden başka bir sesin kötülük yapmaması için kulağına fısıldadığında kendi vicdanını rahatlatması için bu hayali arkadaşı edinmişti kendine.Yaptığı herşeyi hayali arkadaşının zorla yaptırdığını tehdit ettiğini söyleyerek kendini temize çıkarmaya uğraşıyordu.
Akıl hastanesinden ayrılalı 7-8 ay olmuştu, bu zaman zarfında herhangi bir mesleği olmadığından dolayı inşaatlarda çalışarak hamallık yaparak geçimini sağlıyordu.Cemal şimdi 26 yaşındaydı, doktorlar düzeldiğini düşünerek hastaneden ayrılmasını uygun görmüşlerdi.
Aslında Cemal’de kendini gayet iyi hissediyordu.Herkes gibi normal bir yaşamı vardı artık.Hayali arkadaşı da uzun zamandır kendisini rahatsız etmemişti.Tabii Cemal’in onun hayali olmadığına inanması da ayrı bir konuydu.
Cemal sırtındaki son çuvalı da yere indirdikten sonra artık eve gidebilirdi.Yola koyuldu, otobüste en arka koltuğa geçip oturdu.Kafasını cama yaslamış uyuyordu ki otobüüsün aniden fren yapmasıyla uyandı, sonrasında tekrar uyuyamadı.Yolda yürüyen insanları seyrediyordu. Acaba onların hayatları nasıldı çok mu mutlulardı bilmiyordu bir cevap bulamıyordu bu bitip tükenmek bilmez sorularına bu sebeple artık düşünmemeye çalışıyordu.
Otobüs hızla giderken Cemal arkadaşını gördü kaldırımda yürürken, bu uzun zamandır kendisinin görmemiş olduğu hayali arkadaşıydı hızla geçti otobüs onun yanından. Az ileriki durakta durduğunda otobüse bindiğini gördü Cemal içini bir korku kapladı.Yine mi başlıyordu hayır olamaz, olmamalıydı..Hemen dur düğmesine basarak alel acele indi otobüsten adeta kaçarcasına koşmaya başladı sokaklarda arkasına bile bakmadan.Ama arkadaşı onun neler yapacağını bildiği için sakin ve yavaşca ilerliyordu.Cemal son köşeyi de dönüp evine gireceğini hayal ederken köşeyi döndüğünde karşısında arkadaşını gördü durakladı, ağzından tek kelime çıkmadan öylece bakıyordu kalbi hızlıca atarken..
Sonra arkadaşının sözleri sanki beynini kemirmeye başladı ve birkaç dakika içinde inanılmaz bir şekilde arkadaşına olan öfkesi yatışıp onu evine davet etti.Birlikte yemek yediler.O sırada kapı çalındı.Cemal arkadaşına hemen döneceğini söyleyerek kapıya bakmaya gitti.Gelen komşusuydu.İçeri davet edilen komşu Cemal’in bir arkadaşıyla tanışacağını düşünerek oturma odasına doğru ielrledi.Odaya girdiğinde odada Cemal ve kendisinden başka kimsenin olduğunu fark etti.Cemal gayet güleç bir surat ifadesiyle arkadaşını tanıştırıyordu sevgili komşusuna.Birdenbire irkilen ve ters birşeyler olduğunu sezen komşusu kalkmak için bir bahane bulup derhal oradan uzaklaştı.Merdivenlerden aşağıya inerken kendi kendine söyleniyordu.
Cemal arkadaşıyla koyu bir sohbete dalmış adeta kendi benliğini unutmuştu.Arkadaşının her dediğini Tanrı’nın bir sözüymüş gibi algılayıp sorgusuz sualsiz kabulleniyordu.gece saat 01:30’da Cemal çantasına koyduğu 3-4 adet bıçakla birlikte yola çıktı.Şimdiye dek hiç geçmemiş olduğu yollardan geçerek sanki yolu çok iyi bilirmişcesine hızlı hızlı yürüyordu.Yolları anımsar gibi oldu bir an.Evet evet bu yolları biliyordu yıllar önce bu yollardan geçmişti, neyse dedi kendi kendine arkadaşının söylediklerini uygulamaya koymak için var gücüyle koşmaya başladı. Kendinden o kadar habersizdi ki neredeyse bir buçuk saattir koşuyordu ama yorgunluk hissetmiyor ve koşmaya devam ediyordu hala.Arkadaşının sesi kulaklarında çınladı o an “devam et Cemal çok az yolumuz kaldı” bu sesle birlikte Cemal’in yüzünde belirsiz bir gülümseme oluştu.Daha hızlı koşmaya başladı.En sonunda bir apartmanın kapısının önüne geldiğinde soluk soluğa kalmış olduğunu fark etti.Birkaç saniye derin nefes aldı ve apartmanın merdivenlerinden yine koşarak çıkmaya başladı.
Teras kata geldiğinde durdu içeri girmeli miydi yoksa gitmeli miydi? Hangisi daha iyi olurdu acaba diye düşündü bir an.Ama içinden bir ses onun bu düşüncelerine engel olmaya çalışırmışcasına içeri girmesini ve yıllardır yapması gerekeni yapması gerektiğini söyledi.
Cemal kendi kendine evet bu iş bitmeli dercesine kafasını sallayarak kapıyı zorlamaya başladı elindeki aletlerle.
O an anne ve babasının mezarını ziyaret etse miydi acaba diye düşünmedi değil ama bu düşünce kafasını çok fazla meşgul etmeye kalmadan daire kapısı açıldı.Karşısında kır saçlı, hafif göbekli ve gözlüğünü takmaya çalışan bir adam vardı.”Buyrun” dedi adam biraz da korkuyla birlikte, saat gecenin üçüydü ve hiç tanımadığı bir adam soluk soluğa karşısında dikiliyordu.Cemal hiçbirşey söylemeden adamı iterek içeri girdi.Adam Cemal’i tutmaya çalıştıysa da Cemal daha hızlı davranarak elindeki çantadan çıkardığı bıçağı adamın göğsüne sapladı.Adam bir an nefessiz kaldı ve yere yığıldı fakat hırsını alamayan Cemal bıçağı adamın göğsünden çekip karnına sonra kasıklarına ve en son olarak da boğazına sapladı.Hol kan içinde kalmıştı Cemalse yüzünde korkunç bir gülümsemeyle yatak odasının yolunu tuttu.Odada yatan kadın kocasının gelmiş olduğunu düşünerek bir bardak su istedi. Cemal sessizce tamam diyerek mutfağa gitti bir bardak suyla birlikte geri döndü.Işığı yakıp kadına suyu uzatırken kadının nasıl bir tepki vereceğini hayal ediyordu.Yatağın diğer tarafına dönüp hafifçe doğrulan ve üstü başı kan içinde elinde bıçakla bir adamı karşısında gören kadın çığlık atmak istedi ama boğazı düğümlenmişti hiçbirşey yapamadı.Cemal kadını çarşafla bağlayıp içeriye götürdü holde yerde kanlar içinde yatan kocasını gören kadının gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.Bu sefer konuşacaktı ama ağzını bağlamıştı Cemal.Fakat o Cemal’in kim olduğunu bile bilmiyordu henüz.
Salona gittiklerinde kadının oğlunun mezuniyet resimleri ve düğün resimleri çarptı Cemal’in gözüne “işte bu ben olabilirdim” dedi sessizce.Kadın konuşmaya çalışıyordu Cemal ağzını çözdü kadının ve işte bu resimdeki ben olabilirdim ama siz beni yurda geri verdiniz dedi.Kadın, yıllar önce çocukları olmadığından dolayı yetimhaneden aldıkları fakat sonrasında kendi çocukları olduğunda geri verdikleri Cemal’i anımsadı. Gözleri korkuyla büyüdü.Cemal kadının birşey söylemesine fırsat vermeden ağzını tekrar bağladı ve her bir bıçağı vücudunun ayrı bir kısmına saplayıp çıkararak intikamını aldı kendince.Bıçağı her sapladığında kahkahalar atıyordu kadın artık ölmüştü fakat Cemal hala bıçak saplamaya devam etti kadının cansız vücuduna..
Herşey olup bittikten sonra arkadaşı geldi, nerde kaldığından ve herşeyi onsuz halletmek zorunda kaldığından dem vurdu.Ama arkadaşı tıpatıp Cemaldi sanki.Kendini aynaya bakar gibi hissetti bir an ama değildi, öyle birisi zaten yoktu.Hepsi Cemal’in kafasında kurduğu senaryolardı, intikamını almak için bu senaryoları kurmuştu ve nihayet intikamını da almıştı...
Herşey olup bittikten sonra Cemal ağlama krizine girdi, elleri titremeye, sesi donuklaşmaya başlamıştı.Yanlış yaptığını farketti, salonun ortasına baktığında acı gerçekle yüzleşti. Aslında bunu yapmayı hiç istememiş fakat kendine hakim olamamıştı.Artık suçlayacağı bir arkadaşı da yoktu.Bu sebeple kendini suçlu ilan etti ve elindeki kanlı bıçağı kendi boğazına saplayarak oracıkta can verdi..






DOSTLARIM

Sevgi dolu kalpleriniz var biliyorum,
İnsanın içini ısıtan sözleriniz,
Hüzünlüyken hüznümü alan bişey var sizde,
Sevinçliyken,
İçim içime sığmazken,
Sevgimi paylaşıp beni hafifleten bişey var sizde biliyorum,

Nasıl ki gün geceye teslim eder kendini sorgusuzca,
Çocuk anneye babaya,
İşte ben de size kendimi sorgusuzca teslim edebiliyorum sözlerimle,
Herşeyi söylüyorum size korkusuzca,
Neden bilmem içim rahatlıyor sizlerle paylaştığım her şeyde,
Her günde her anımda korkusuzca...

Bu ne demektir nasıl oluyor diye soruyorum bazen kendime,
İnsan kendini başkalarına nasıl anlatır korkusuzca,umarsızca
Sonunu ne olacağını düşünmeden nasıl açar içini öylece,

Sonra içimden gelen bana ait olan bir ses diyor ki bana,
“korkma anlat onlar senin dostların,seni en iyi onlar anlar,
Onlar olmadan,onlarla paylaşılmadan hiçbirşeyin zevki yok,
Hüznünde, sevincinde, her anında onlar var...”

Evet diyorum büyük bir sevinçle haykırarak,
Onlar benim dostlarım, gerçek dostlarım,
Sonra ellerimi semaya doğru açıp dua ediyorum Rabbime,
“İyi ki tanımışım onları, iyi ki hayatımdalar,
İyi ki benim dostlarım onlar, şükür sana Rabbim”

İşte bu hayatta herkesin sahip olmak istediği ama herkesin sahip olamadığı,
Canım dostlarıma...
Sizleri çok ama çokkkk seviyorumm...

Hayata Dair..

Hayat bazen ne kadar acımasız olabiliyor bunu zaman zaman anlıyor insan, yada acımasız olan hayat değilde bizler miyiz acaba? Sonuçta hayatta insanlar oldukça süregelen bir olgu bu insanlar olmasa hayatta olmaz zaten...evet evet sanırım hayatı acımasız hale getiren de bizleriz yaşanası hale getiren de bizler ...Peki o zaman neden bazı şeyleri yaşamak zorundayız neden bazı şeyler biz istemesek de canımızı acıtmak zorunda, nasıl ki bazı şeyler beklenmedik anda bizi mutlu ediyorsa bunlarda olacak değil mi? Mutluluğa gelince sorgulamadan kabul ediyoruz ama mutsuzluk ve hüzün olduğunda sorguluyoruz bunu neden biz diyee ama insanız işte hep kötüleri görüp neden biz diyoruz ama iyi birşey olduğunda neden biz demiyoruz çok rahat ve kolayca kabulleniyoruz bu mutluluğu içimiz içimize sığmıyor.Ama hüznü sineye çekemiyoruz olmuyor, başaranlarda vardır elbet ama ne kadar başarırsan başar hüzün maalesef tamamen sineye çekilmiyor canını çok acıtıyor insanın,kalbini sızlatıyor, gözlerini yaşlar içinde bırakıyor...
Peki ya sevinç, peki ya mutluluk onda da insanın içi içine sığmıyor, onda da paylaşması gerekiyor, onda da bazen sevinçten gözleri ıslanıyor belki de bu ikisi kardeştir ne dersiniz...bence olmayacak şey değil ...
Biz miyiz hayatı yöneten yoksa hayat mıdır bizlerin yaşantısına yön veren?İlk bakışta ne kadar da karmaşık öyle değil mi?Sorunun cevabı da karışık zaten kendisi gibi... Değişik zamanlarda bunların ikisi de oluyor aslında.bazen elimizde olmayan nedenlerden dolayı hayat bizi yönetiyor, bazen de iyi ya da kötü biz yön veriyoruz buna.İşte buna kader deniyor...Kader aslında biraz da bizim elimizde tabii ki bazı şeyler önceden belirlenmiş ve olması gerektiği gibi devam ediyor ama bazılarını da biz yönetiyoruz seçimlerimizle...Tabii ki hep olmasını istediğimiz şey iyi olanların olması ama bazen kötü şeylerde oluyor hayatta ve bunun tek suçlusu kader denen olgu değil bence bizleriz biraz da...
Düşünüyorum bazen hayatta yapmalıyım dediğim şeyleri, yaptığımda mutlu olacağım şeyleri neden erteliyorum acaba.Bazen şartlar öyle gerektiriyor, bezen de sırf tembellikten yapmıyoruz içimizden gelen sesin dediklerini...Belki de yapsak ya da yapabilsek herşey çok daha farklı olacak olaya bu yönden bakınca daha da karmaşık bir hal alıyor elbet, neden mi ; çünkü bazen bizim için iyi olan veya bizim iyi olacağını düşündüğümüz şeyler kötü sonuçlar doğurabiliyor bazen de tam tersine kötü olacak dediklerimiz iyi oluveriyor.bazen de dediğimiz çıkıyor...Hayat sürprizlerle doludur diyorlar yaa gerçekten de öyle sanırım...
Hayatın bize getirdiği bizi mutlu eden olgularda var, bizden götürüp bizi mutsuz eden olgularda var maalesef...Hep tatlı, güzel ve harika olmuyor herşey, bazen çok kötü olabiliyor.Kimi zaman çok mutlu oluyoruz hatta tabiri caizse mutluluk sarhoşu oluyoruz..fakat kimi zamanda herşey üst üste geliyor ne yapacağımızı şaşırıyor hayattan umudumuzu kesiyoruz hep böyle devam edecek sanırken bir bakıyoruz ki düzeliveriyor herşey...her gecenin bir sabahı vardır yaa evet var elbet güneş doğuyor hayatımıza bazen gece biraz uzun sürüyor güneş doğmak bilmiyor gibi geliyor ama eninde sonunda hayat devam ettikçe o güneş hep doğuyor geç de olsa...

Kimsenin hayatı dört dörtlük değil elbet, herkesin kendine göre sorunları, düşünceleri var.Ateş düştüğü yeri yakıyor belki de belli bir yerden sonra...Çok güzel bir denge var hayatta çoğu zaman anlayamadığımız belki de ama denge mutlaka var...Eğer denge olmasaydı biz çoktan alt üst olurduk,dayanma gücümüz olmazdı kolayca yenilirdik hayatın karşısında,ezilirdik,yıkılırdık ama madem bunlar olmuyor bir süre sonra asla unutamayız dediğimiz şeyleri dahi unutabiliyoruz yada dinmez dediğimiz acılarımız hafifliyor demek ki bir denge var.belki bunu anlayamıyoruz çoğu zaman ama o denge bizi ayakta tutuyor...
Ama yine de acısıyla tatlısıyla kii acı olmazsa belki de tatlının kıymetini anlayamayız kimbilir...Hayat herşeye rağmen devam ediyor ve herşeye rağmen hayat yaşamaya ve yaşatmaya değer....

Hayatı Ertelemek..

Geldik... Bir karanlıktan aydınlığa çıktık, herkesin geldiği gibi bizde geldik dünyaya...zaten gelişler hep aynı değil midir?Gelmeler ve gitmeler aynıdır ama arada yaşananlar bizlere bırakılmıştır. Evet gelmek kolay kısmıydı sanırım işin,sonrası daha da zorlaşıyor gitgide...
Öğreniyoruz...
Acılarımızla yoğrulduk,sevinçlerimizle harmanlandık,karmaşıklığımızla ürettik...Herşeyden ders çıkarmak vardır ya her olaydan bir pay almak,payımıza düşenleri alabiliyor muyuz hayattan?Gönül ister ki tüm payımıza düşenleri almak,öğrenmek,kendimizi daha da geliştirmek ama sanırım bu mümkün olamıyor kimi zaman,kimi zaman takılıp kalıyoruz istesek de gidemiyoruz daha ötesine yaşamın..Halbuki üstesinden gelemeyeceğimiz durumlar değil bunlar pekala yapabiliriz başa çıkabiliriz ama biraz da şartlar elverecek değil mi? Zaten şartlar uygun olsa her isteğimiz için herşey önümüze serilse o zaman da yapmamız gereken işler önemini kaybedebilir.Herşey istediğimiz gibi olmaz başka işlere de el atmamız gerekir ya bazen sinirleniriz hani..aslında yeni işler öğreniriz o sırada,o konu hakkında da bir fikrimiz söylecek bir lafımız olur en önemlisi de mücadeleyi öğreniriz.Hayatta herşey mücadele değil mi zaten...
Uyguluyoruz... Düşünün bakalım hayatın öğrenme kısmını direk atlamış olsak ne olurdu acaba,ne değişirdi yaşamımızda. Bence çok şey değişirdi bir kere en önemli olan olguya sahip olmadan uygulamaya çalışırdık bildiklerimizi en yalın haliyle, en sorun çözemez halimizle ve sonucunda soğurduk yaşamdan, kendimizden, hayal kırıklığına uğrardık... Bu yüzden şuanda kızdığımız,sinirlendiğimiz çok şey aslında bize ilerde destek olacak,işimize yarayacak.Tabii bunları zaman ilerledikçe çok daha iyi anlayacağız mutlaka...
Devam Ediyoruz...
Evet sonu yok henüz,dolmadı zamanımız,vaktimiz var ve herşey aynı ayarda devam ediyor...Biz değiştiriyoruz aslında biraz da olanları,olayların akışlarını ve bu hep böyle sürüp devam ederken biz öğrenmeye devam edeceğiz son günümüze kadar, son günümüz gelene kadar.Herşey rutin gibi görünse de gözümüze aslında çok şeyi değiştiriyoruz kimini bilerek,isteyerek ,kimini de belki de farkında bile olmadan değiştiriyoruz...Hayat bize oyun oynuyor bazen üzülüyoruz,bazen seviniyoruz olanlar karşısında,bazen tutamıyoruz kendimizi ağlıyoruz belki de,bazen öfkeleniyoruz gözümüz birşey görmüyor,bazen de kahkaha atıyoruz herşeye rağmen...
İşte böyle, herşeyiyle hayatın içindeyiz ve devam ediyoruz yaşamaya,yaşatmaya...Bu böyle süregelmiş bugüne kadar bundan sonra da böyle gidecek.Her gelen öğrenecek,uygulayacak,devam edicek hayatına keşkeleri ve iyi ki leri olacak hepimiz gibi ve zamanı dolduğunda bırakıp gidecek bu hayatı...Bu kadar kısa süren hayatımızda hep en iyileri yapabilmemiz,hayatın bize sunduklarını keşfedip ipin ucunu bırakmamamız ve keşkelerimizin en alt düzeyde iyi ki lerimizin sürekli olması dileğiyle...

İyi ve Kötü

Kimi olaylar vardır hayatımız boyunca olmamasını dileriz..Ama biz ne kadar istemesek de olaylar birbirini kovalar ve herşey sırasıyla devam eder.Güzel şeyleri sevdiğimiz gibi kötü olayları da maalesef ki kabullenmek zorunda kalıyoruz hayatımız boyunca.
Doğumlar güzeldir mesela yeni bir canlı gelir dünyaya ufacık elleri ayakları minicik burnuyla bizi bizden alır fakat ölümler hep hüzünlüdür,acıtır canımızı... Barış güzeldir,dostluk,arkadaşlık ama düşmanlık ve küskünlük onun tersine kötüdür gereği de yoktur bence neyi paylaşamıyoruz ki şu yalan dünyada...hangimiz bişeyleri toparlayıp da diğer tarafa götürecek ki kalp kırmak niye? savaşlar niye?küskünlükler,nefret niye? Özlediğin birine kavuşmak mükemmeldir,ama ayrılıklar,vedalar insanın içini acıtır.bir daha görememek korkusu bitirir insanı. Sağlık, harika bir hazinedir herkes için, ama ne yazık ki insanoğlu işte hastalık gelmeden sağlığın kıymetini anlayamıyoruz sonrasında da geç oluyor...Gülmek güzeldir ağlamaya nazaran (sevinçten ağlamak hariçJ)ama herşey gibi ağlamanın da yeri var hayatımızda...kimimiz kolay kolay ağlamaz,kimimiz sulugözdür (benim gibi) kimisi de özellikle erkekler başkalarının yanında ağlamayı acizlik sayarlar.Aslında ağlamak acizlik değildir nasıl ki kızmak,gülmek,sevinmek,nefret etmek bir duygu birikmesiyle oluşuyorsa ağlamak da öyledir...Tabii sevinçten olanı hariç kimsenin ağlamamasıdır temennim...Çalışmak,üretmek güzeldir, hiçbirşey yapmadan suya sabuna dokunmadan yaşamak ağır olacak belki ama asalaklıktır...Her insan üretebilir, güzel şeyler çıkarabilir ortaya belki hepimizin içinde bilmediğimiz keşfedemediğimiz bir sürü güzel özelliğimiz vardır,işte bunlar çalışarak,çabalayarak ortaya çıkar, tembellik yapmayalım... Tabi tembellik yapmayalım derken sürekli çalışıp kendimizi de unutmayalım,vakit ayıralım kendimize... İnsanlara kötü sözler sarfetmek kolaydır bazıları da gerçekten hak eder sevmeyiz karşımızdakini zaten zorunda da değiliz kimse değil..ama yine de kalp kırmanın manası yok değil mi? Kalp tamir etmek zordur ve ne yaparsan yap mutlaka izi kalır o yüzden kırmadan önce dikkat etmek en doğrusu sanırım...
Hayatta herşeyin değerini bilmeli ve ona göre davranmalıyız..sanırım yaşamak böyle daha güzel...

Minik Po'nun Macerası

Gözünü açtığında etrafında binlerce , milyonlarca kendisine benzeyen arkadaşını gördü ve hepsi hep bir ağızdan konuşuyorlardı.Ne olduğunu anlamaya çalışan minik Po öylece kulaklarını dört açmış olan biteni çözmeye uğraşıyordu.Fakat bunu anlamak o kadar zordu ki o an derin bir iç çekti ve kalabalıktan sıyrılıp kenara çekildi.Uzaktan heyecanlı kalabalığı izliyordu, aman Allahım ne kadar anlamsızdı bunlar neden bu kadar gürültü yapılıyordu zaten yan taraflarında yeterince gürültü yapan bir kum ocağı vardı ve burası Po’yu ürkütüyordu hem de çok fazla.Her arkadaşı farklı bir şekilde yorumluyordu orta yaşlı,tıknaz,saçları hafif dökülmüş ve hızlı hızlı konuşan adamın ağzından dökülen cümleleri.Kimisi uzaklara bir yolculuk yapacaklarını,kimisi yerlerinde kalacaklarını,kimisi de yok olacaklarını söylüyordu.Po,iyice şaşırmış olarak tekrar kalabalığa doğru yaklaştı.Kendinden daha fazla tecrübesi olan ve cüsse olarak daha irice görünen arkadaşı Daniel’e yaklaştı ve neler olduğunu sordu.daniel’den aldığı cevap karşısında hayretler içinde kaldı.Nasıl olurdu böyle birşey, nasıl olur da buradan ayrılırdı bir kısmı yooo hayır olamaz,olmamalıydı ,adaletsizceydi bu..Neden ayrılıyorlardı sanki.O kadar üzülmüştü ki minik Po anlam veremediği bu olay karşısında ve oracıkta kendine hakim olamayarak bayılıverdi...
Ayıldığında ortalık öncesine nazaran biraz durulmuştu, herkes olacaklara razı olmuş ve zamanın gelmesini bekliyordu.Po ise, bayılmanın etkisiyle oluşan yorgunluğu ve baş ağrısı ile başa çıkmaya çalışarak kendince çözümler arıyordu.Ama ne olursa olsun bir kısmı burdan ayrılmak zorundaydı ve gidecek olanlarında kim oldukları belli değildi.Böylece hep birlikte heyecanlı bir bekleyiş dilimine girdiler.Herkes bir diğeriyle vedalaşıyordu kimin kalıp kimin gideceğini bilemeden.Birden çok acıklı geldi bu durum minik Po’ya gözyaşları süzüldü bir an gözbebeklerinden,göz pınarlarına ve yanaklarına doğru...Gözlerindeki sıcacık damlalarla birlikte uykuya daldı sessizce..Evet gün doğmuş ve ayrılık vakti gelip çatmıştı artık, yalnızca kim gidecek, kim kalacak düşüncesi kemiriyordu beyinlerini hepsinin.Bu durumda zaten gitmek yada kalmak değildi olay,kalan da giden kadar üzülecekti çünkü işin özü ayrılıyor olmalarıydı.
Ve sonunda korkuyla beklenen an gelip çattı.Terli,şişman,kısa boylu bir adam kullanıyordu egzosu patlakmışçasına yüksek sesle çalışan kocaman kamyonu, ve işte bu kamyon gidecek olanları toplamaya gelmişti maalesef.Sessizlik bozulmuş ve her ağızdan bir ses çıkmaya başlamıştı tekrar.Derken üçü zayıf ve biri etine dolgun dört tane adam ellerinde küreklerle kamyondan atladılar.Hepsi yüksek sesle ve küfürlü konuşuyorlardı.Birbirlerine çabuk olmalarını hatırlatıp duruyorlardı.Ve işte hızlı kürek darbeleriyle yavaşca kamyon dolmaya başlıyordu.Ortada bir izdiham vardı Po ve arkadaşları şaşkınlıkla olan bitene bakarken o kürek darbesi geldi ve Po’yu da kamyona diğer kum tanesi arkadaşlarının yanına fırlattı.Po bilmediği bir yere gitmenin, arkadaşlarından ayrılmanın ve çaresizliğin hüznüünü dolu dolu yaşadı o an.Gözlerinden süzülen damlacıkları kimsenin görmemesini sağlayarak çabucak sildi.Bu arada kürekli adamlar kamyonun kapağını kapatıp tamam diye bağırdılar.Kamyon şoförü boynundaki mendille terini sildikten sonra kamyonu çalıştırdı ve kum taneleri bilinmeyene doğru yola koyuldular.
Yolculuk uzun sürmüş ama sonunda bitmişti.Yol boyunca kamyonun içerisinde hiçbir yeri göremedikleri için nasıl bir yere geldiklerinin heyecanıyla kamyonun damperinin onları aşağıya doğru dökmelerini bekliyorlardı.Dışarıdan hararetli konuşma sesleri geliyordu ve sonunda damper aşağıya doğru akıtmaya başladı hepsini.Bu yer hiç de tahmin ettikleri gibi aydınlık bir yer değil aksine kapalı ve loş bir ortamdı.Karşılarında büyük damacanalar ve büyük çuvallar vardı.Anlaşılan herkes orda yeniydi ve kimsenin ne olacağı hakkında bir fikri yoktu.uzun bir bekleyiş başladı sonrasında devasa bir kazanın içine Po ve arkadaşlarını döktüler arkasından diğer büyük çuvalları açıp üzerlerine kireç boşalttılar ve son olarak da damacanaların kapakları açılıp soda üzerlerine boşaltıldı.sonrasında hepsi harmanlanıp birbirine karıştırıldı makinalar tarafından.Sonrasında dayanamayacaklarını düşündükleri bir sıcaklıkta eritildiler.Fakat dayanma güçleri vardı bu sıcaklığa kendileri de hayretler içinde kalarak bir yandan yapılan işlemleri izlemeye devam ediyor sonunda ne hale geleceklerini de merakla bekliyorlardı. Dekrken soğumalarına fırsat verilmeden başak devasa bir kalıbın içine dökülüp yoğuruldular.Şekilleri değişmiş ve hepsi birbirine karışmıştı.Artık baktıklarında kum,soda ve kireç görünmüyordu.Görünen madde parlak ve saydam bir şeydi.Neye dönüşüyorlardı acaba? En son küçük atölye tarzı bir yerde buldular kendilerini yaşlı, beyaz saçlı,gözlerinin kenarları buruşmuş fakat yaşlı olmasına rağmen kollarının kuvveti gayet yerinde olan bir adamla karşı karşıyaydılar şuan.Bu adam bir cam ustasıydı ve her birine değişik şekiller vererek sanatını icra edecekti.Adam işe koyuldu hemen.önden birkaç vazo,kültablası yapıldıktan sonra işte sıra bizim minik Po’daydı.Artık kendine benzemeyen ve şekil değiştirmiş Po ve tabii ki yanında bir sürü arkadaşıyla sıra onlardaydı acaba ne olacaklardı.
Yaşlı adam tavlamaya başladı camı ve sonunda camdan bir ibrik çıktı ortaya işte Po bu ibrikte yaşayacaktı artık.Sonra ibrik maviye boyandı işte bu PO’nun en sevdiği renkti mutlu hissediyordu kendini.Ama tahmin ettiği gibi yolculuğu bitmemişti henüz boyalar kuruyunca kolilere dikkatlice yüklenip bir kamyonete yüklendiler ve yolculuğun sonunda bir mağazaya geldiler.Kalabalık,gürültülü ve spot ışıklarının bol bulunduğu gösterişli bir mağazaya.Po’nun içinde bulunduğu ibrik mağazanın en güzel köşelerinden birine yerleştirildi.Bir hafta boyunca ilk gün konulduğu rafta aynı yerinde duruyordu ara sıra tozunun alınması için yerinden oynatılmasının dışında.Geceleri tüm cam eşyalar birbirleriyle sohbet ediyorlardı içlerinden tanıdık arkadaşları da çıkmıştı Po’nun hasrer gideriyorlardı geceleri ve tabii farklı yerden gelen yeni arkadaşlarıyla da tanışıyorlardı.Derken bir sabah her günden daha kalabalık bir gündü hınca hınç doldu mağaza Po ve camdan arkadaşları buna bir anlam veremediler.Küçük ,kırmızı saçlı,gamzeli ve çilli bir kız çocuğu geldi ve tam Po’nun karşısına dikildi, eliyle ibriği işaret ederek bunu alalım babacım deyip duruyordu.Babası başka seçenekler sunsa da küçük kıza laf geçiremeyeceğini anladığı anda bıraktı tartışmayı ve Po’nun bulunduğu ibriği alıp kasaya yöneldi.Po arkadaşlarına bağırıyor onlarla vedalaşmaya çalışıyordu ama nafile adam o kadar hızlı yürüyordu ki sesini zar zor duyurdu arkadaşlarına.Kasadaki makyajlı,güzel giyimli, simsiyah saçlı kız ibriği alıp bir kutuya koydu paketledi ve üzerine de bir fiyonk takıp küçük kıza uzattı.
Küçük kız heyecanla annem buna bayılacak diyerek yürümeye başlamıştı bileBabası ve küçük kız evlerinin yolunu tuttular kapıdan girdiler ve küçük kız koşarak annesine koştu öptü ve hediyesini kucağına bırakıverdi.Anne kutuyu açtı ve ibriği görünce hem küçük kızından gelen bir hediye olması nedeniyle hem de bu tür süs eşyalarını çok sevmesi nedeniyle çok sevindi kızını öptü ve eşiyle de bakıştıktan sonra ibriğe güzel bir raf ayarladılar.Salonun en güzel köşesine kondu ibrik ve ordan ev halkını ve o tatlı küçük kızı izlemeye başladı...