Sayfalar

22 Nisan 2010 Perşembe

Mutluluk Oyunu..


Hayat dediğin nedir ki? Kısa bir yolculuktur dünyada..
Bu kısa yolculukta yaşadığımız onca olay vardır ki, bu kısa hayata nasıl sığar bunca şey diye hayrete düşürür bazen insanı.
Bazı hayatlar vardır uzun sürer, hatta öyledir ki beklenilenden daha uzun..
Bazıları da beklenilenden çok çok kısa sürer, sanki kısa bir merhaba diyerek uğrayıp giderler bu diyardan..
Hayat çok meşakkatli olur kimileri için, kimileri içinse oldukça rahattır.
Kimisi çok zengindir, kimisi fakir,
Kimisi yetimdir, kimisi öksüz,
Kimisi mutludur her daim, kimisi mutsuz,
Kimisi iyi ki geldim dünyaya der, kimisi gelmez olaydım,
Kimisi çok faydalı işler yapar, kimisi odun gelir odun gider,
Kimisi suskundur, kimisi konuşkan,
Kimisi merhametlidir, kimisinin yüreği taş gibidir...
Dünyada olan ve insanı hayretler içinde bırakan olaylar da mevcuttur sizin de bileceğiniz üzere..Hepimiz insanız ve başımıza herşey gelebilir. Kötü insan olmayı herkes başarır, iş ki iyi olmayı başarabilmektir. Kimse dört dörtlük değildir bu bir gerçek ama dört üçlük olmayı deneyebiliriz mesela insanlık konusunda. Korkulacak bir tarafı yoktur bunun inanın..
Keşke iyi insan olma yolunda bilmem kaç adım isimli okullarımız olsa.. Bence hiç de fena olmazdı, belki daha yaşanası bir hal alırdı dünyamız.. İşte buna hayal deniyor sanırım:)Çünkü illa ki birkaç sivri çıkar her yerde, nerde üreyip, türeyip çıkıyolar ortalığa bilmiyorum, çok da ilgimi çekmiyor açıkcası sadece sinirimi bozuyorlar..
Neden insanlar birbirini anlamaya çalışmayıp sadece arbede çıkarırlar bunu da çözen varsa beri gelsin..Halbuki adı üstünde insanız yani konuşarak anlaşmak varken neden bu tür saçma salak yollara başvururuz anlamam.
Aslında hayat o kadar tatlıdır ki, neden bir savaş alanına çeviririz kısacık yaşamlarımızı acaba?
Mutlu olmak da, dünyayı yaşanası hale getirmek de, insanlarla iyi geçinmek de, anlayışlı,merhametli olabilmek de hepsi ama hepsi bizim elimizde..Arada dış etkenlerin etkisi de yadsınamaz tabii ama geneli bize bağlıdır değil mi?..
Öyleyse, iyiye, güzele,doğruya,dostluğa mutluluğa yelken açmaya ne dersiniz?

Bu oyunu oynayıp gerçek hale getirmek isteyen varsa benim de onlara bir sözüm var..
Mutluluk isteyen kaleye mum diksin:)

21 Nisan 2010 Çarşamba

ACI GERÇEK...

Uzun süren deniz yolculuğunun ardından nihayet evine yaklaşmıştı. Evini, ailesini, arkadaşlarını çok özlemişti. Evde onu sürpriz bir parti beklemekteydi. Niran bu partiden habersiz yola koyulmuştu bile, hızlı adımlarla yürüyor taksi arıyordu ama yağmurun şiddetinden dolayı taksiler ya dolu geçiyor yada durmuyorlardı. Niran çok öfkelenmişti, ne yapacağını bilemez bir halde gözüne kestirdiği bir yöne doğru hızlıca yürümeye devam etti. Yağmurdan ve fırtınadan sırılsıklam olmuştu “hasta olmazsam iyidir yani” dedi kendine.
Yağmur iyiden iyiye içine işlemişti ki bir taksi durdu yanında hemen taksinin içine atladı.Pırlanta bulmuş gibi sevinmişti.Gideceği yeri söyledi ve hareket ettiler kısa bir süre sonunda evdeydi Niran..
Niran, yeşil gözleriyle, iri dalgalı sarı saçlarıyla, uzun boyu ve şık giyimiyle gerçekten çok hoştu...
Kapının önüne geldiğinde evin zifiri karanlık olduğunu gördü ama geleceğini haber vermişti. Çaresiz zili çaldı ve kapının açılmasını beklemeye başladı. İki dakika ona çok uzun bir süre olarak geldi. Sonunda kapı açıldı ve birden ev aydınlandı. Herkes saklandığı yerlerden çıkıp ışıkları yakmış ve hep bir ağızdan hoşgeldin diye bağırıyorlardı. Niran’ın gözleri doldu gördüğü bu manzara karşısında, böylesi bir karşılanmayı beklemiyordu açıkçası. Şaşkınlıktan kapının eşiğinde kalakalmıştı tanıdık sıcak bir el dokundu omzuna “gir içeri hadi üşüteceksin yavrum” dedi. Başını çevirdiğinde arkasında kimseyi göremedi. Ama sanki bunu söyleyen babasıymış gibi geldi. Hayal bile olsa bir an için babasının ayakta ve konuşuyor olduğunu görmek güzeldi. Niran’ın babası Deniz subayıydı, gençliğinde uzun boylu, kumral, ela gözlü hoş bir delikanlıydı..Ama felç geçirdiğinden beri konuşamıyor ve yürüyemiyordu.Tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştı. Niran herkesle öpüştükten sonra babasının yanına oturdu ellerini ellerinin arasına aldı. Ona oturduğu yerden, eşinden ve yolculuğundan bahsetti.Babasının konuşamıyor olsa da onu dinlediğini biliyordu. Niran’ın yanaklarından birkaç damla yaş süzüldü o an..
Ertesi sabah alt kattaki büyük salonda kocaman ve eşsiz bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı.Niran uyandığında hala daha herkesin evde olduğunu ve sesleri farkettiğinde biraz sinirlendi. Sonuçta o babasını görmeye gelmişti fenalaştığı için, ama evdeki kalabalık artık sinirini bozuyordu. Gülüp eğlenmeye gelmemişti ki babasıyla kalan zamanında biraz daha vakit geçirmek istiyordu. Ama nedense amcalar, teyzeler, yeğenler, kuzenler evi doldurmuştu ve gitmeye de niyetleri yok gibiydi..
Niran, kahvaltıdan sonra evdeki gürültüden ve yüzüne gülüp arkasından binbir türlü laf eden akrabalarından uzaklaşmak isteğiyle yürüyüşe çıktı, babasını da yanına alarak..Nehir kenarında yürürlerken babasıyla konuşuyordu cevap veremeyeceğini bildiği halde, ama yine de babasıyla konuşuyor olmak onu epeyce rahatlatıyordu.Niran kendini kaptırmış annesinden bahsederken babasının “keşke hala yanımda olsa” lafıyla irkildi. Babası mı konuşmuştu, iyi ama nasıl? Hemen nehrin kenarında tekerlekli sandalyeyi durdurup babasının karşısına geçti “baba, babacığım sen mi konuştun az önce?” dedi. Babası “evet kızım, felçten sonra bir süre gerçekten konuşamamıştım ama sonradan düzeldim, ama bunu kimseye söylemedim” dedi. Niran duydukları karşısında çok sevindi.Babası konuşabiliyordu, bu harika bir haberdi...
Akşam üstü eve geri döndüklerinde herkes hala evdeydi. Niran babasını odasına çıkardı ve neden hala kimsenin gitmediğini anlamadığını söyledi. Babası “ benim ölümümü bekliyorlar kızım, mirası paylaşmak için” dedi. Bu nasıl bir zihniyetti, nasıl akrabalıktı anlayamadı Niran “ Haklısın, onlar seni düşünerek burda bekleselerdi zaten bu şekilde partiler yaparak eğlenerek beklemezlerdi, miras için beklemek de böyle oluyormuş galiba, akbabalar ne olacak” dedi. Babası sakin bir tavırla bunlara alıştığını ama henüz bir yere gitmeye niyeti olmadığını söyledi.Baba kız birbirlerine sarılmış hasret gideriyorlardı ki odanın kapısı aniden açıldı içeriye Niran’ın kuzeni Burçak girdi. Burçak, simsiyah upuzun saçlı, iri siyah gözlü ve uzun boylu bir kadındı. Niran, Burçak’a odaya aniden dalmasının sebebini sordu. Burçak verecek cevap bulamayınca konuşamadığını düşündüğü amcasına dönerek ona bişeyler anlatmaya başladı. Niran sinirlenmiş ve Burçak’ı dışarıya çağırmıştı. Burçak’ın yüzsüzlüğünü herkes biliyordu zaten, ama hasta bir adamın yanında ölümden bu kadar da fazla bahsetmek Niran’ı oldukça sinirlendirmişti.
Burçak’ı nihayet aşağıya geri gönderdikten sonra babasının yanına geri döndü.Babasının, annesinin ölümünü ve kendisinin felç geçirmesine neden olan olayları anlatışını büyük bir şaşkınlıkla dinledikten sonra kendisine hakim olamayarak “gidip öldürmek lazım o şerefsiz orospu çocuğunu” dedi. Babası ise, sakin olmasını bunu başka yollarla halletmenin çok daha iyi olacağını söyledi.Fakat Niran duyduklarından sonra “bunu nasıl yapar o benim abim nasıl yapar?” diyerek dolandı odada bir süre.. Niran gözünü sabit bir noktaya dikerek “sen öldün Ekrem” dedi.
Ekrem, uzun boylu, geniş omuzlu, esmer, kara kaşlı kara gözlü bir adamdı.Niran’ın üvey abisiydi. Babası ve annesi ilk başlarda çocukları olmadığını düşünerek Ekrem’i evlat edinmişlerdi, sonrasında Niran dünyaya gelmişti.Niran abisini çok sever ve böyle şeyler yapacağına kesinlikle ihtimal vermezdi.
Niran babasını yatırdıktan sonra alt kata indi. Herkes yemek sofrasındaydı.Niran’ı gören abisi Ekrem hemen yanında yer açıp çağırdı kız kardeşini. Niran, ne olduğunu belli etmemeye çalışarak ve zoraki bir gülümsemeyle oturdu abisinin yanına.Fakat yanına oturduğunda ve konuşmalarını dinlediğinde hala daha bunları Ekrem’in yapabileceğini düşünemiyordu.Nasıl olurdu böyle birşey akıl sır erdirememişti.
Ekrem bir süre önce karısından ayrılmış ve kısa bir ayrılık evresinden sonra boşanmışlardı. Karısı Ekrem’den yüklü miktarda nafaka koparmaya çalışmış fakat bunda maalesef başarısız olmuştu.Mahkeme tek celsede boşanma işlemlerini gerçekleştirmişti.Ekrem’in karısı Nilay, gerçekten çok hoş ve alımlı bir kadındı, fakat içi, dış görünüşü kadar güzel değildi en azından Ekrem öyle biliyordu..Zaten tartışmaları sıklaşmaya ve Nilay nöbetler geçirmeye başladıktan sonra Ekrem’in eve çağırdığı doktor Nilay’ın akli dengesinin yerinde olmadığını ve mutlaka tedavi görmesi gerektiğini söylemişti. Tedavi süresi çok uzun sürmemiş Nilay kısa sürede hastaneden taburcusunu yaptırmayı başarmıştı. Ekrem, Nilay’ın hastaneden çıktığını çok uzun bir süre sonunda öğrendi, o dönemde zaten ayrıydılar..
O gece Niran babasının odasındaki kanepede yatmaya karar verdi.Onu kesinlikle yalnız bırakmaması gerektiğini düşünüyordu. Babasıyla sessizce konuşarak herşeyi öğrenmeye çalışıyordu en ince ayrıntısına kadar, Ekrem’in neden böyle birşey yaptığını çok merak ediyordu. Babasının anlattıklarını büyük bir heyecan ve dikkatle dinleyen Niran birkaç nokta yakaladı. Babası annesinin dehşet dolu ölümünü ve sonrasında gelen mektubu anlattığında şaşırdı Niran..” yani sen bunları yapanın Ekrem olduğunu gözlerinle görmedin mi?” dedi babasına. Babası da mektupta yazdığını ve gönderenin annesini öldüren kişinin Ekrem olduğunu görmüş olduğunu söyledi. Peki ama isimsiz bir mektuptu bu pekala da iftira olabilirdi.Mektubu görmek istedi Niran. Mektubu okuduğunda “bu yazıyı bir yerden tanıyorum, bunu yazan tanıdık biri, aksi taktirde neden gelip gerçeği kendisi anlatmadı ve annemin katili faili meçhul olarak polis kayıtlarına geçti bunu düşündün mü hiç baba?” Babası Niran’ın konuşmasındaki doğru yönleri kavramaya başladı yavaş yavaş. “ O zaman bu mektubu yazan ve suçu Ekrem’in üzerine atan kişi annenin katili ve benim bu halimin de sorumlusu” dedi.
Babası, annesinin ölümünden sonra konuşmamaya başlamıştı, sonrasında gelen mektupta yazanlardan ötürü de belden aşağısı felç olmuştu.
Peki ama kimin yazısıydı bu ve nasıl bulacaklardı. Niran mektubu alıp çantasına koydu.Bu işlerden çok iyi anlayan bir arkadaşına giderek olayı çözmeyi umuyordu. Belki de bulacağı şey hiç hoşuna gitmeyecekti ama ne olursa olsun annesine ve babasına bunu yapanı bulmalı ve cezalandırmalıydı. Şüphelendiği birkaç kişinin el yazılarını çaktırmadan topladı.Fakat bir tanesi vardı ki onun yazısını bulamazdı çünkü orada değildi. Fakat Ekrem’in odasını araştırmaya gittiğinde Nilay’ın yazmış olduğu bir mektup buldu. Önemsiz bir mektup olmasına rağmen Ekrem bunu saklamıştı, bu da eski karısını gerçekten çok sevdiğinin bir kanıtıydı. Şifreli yazılar vardı sanki mektupta birşey anlamadı ama bu önemsiz mektup Niran’ın çok işine yarayabilirdi.
Niran, sabah erkenden el yazılarını grafolog* arkadaşına götürdü ve acı gerçeği öğrendiğinde baygınlık geçirdi.Araba kullanacak hali kalmadığından taksi çağırdı, arkadaşının tüm ısrarlarına rağmen dinlemeyi reddeti ve taksiye atlayarak evin yolunu tuttu.Eve girer girmez tekrar Ekrem’in odasına girdi bir hışımla, Ekrem odadaydı ne olduğunu anlamadı bile. Niran Ekrem’in dolabını çekmeye uğraşıyordu. Ekrem’in tüm sorularını yanıtsız bırakıp “duvara bakmalıyız, duvara bakmalıyız” diye aynı şeyi tekrar edip duruyordu.En sonunda Ekrem Niran’dan bir şey öğrenemeyeceğini anlayıp yardım etti dolabı çekmesine.
Dolabın arkasında buldukları gizli bölmeyi gördüğünde şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı Ekrem’in..Niran bölmedeki cd’yi alıp bilgisayara taktı hemen, ne göreceğini çok merak ediyordu.Aynı anda polisleri de çağırmayı ihmal etmemişti.Çünkü suçlunun Ekrem olduğuna inanıyordu tekrar o değilse de eski karısı Nilay’ın nerede olduğunu bildiğini tahmin ediyordu. Elindeki cd’de annesinin katili vardı.Hem de suç anında çekilmiş bir videoydu bu.Mahkemede kesin kanıt olarak kullanılıp ömür boyu hapsine neden olabilirdi bu görüntüler o soğukkanlı katilin..
Polisler evin önüne gelmişlerdi bile.Niran kendinden emin bir tavırla tüm ev halkını ve polisleri salona davet etti.Bilgisayarını açıp cd’yi taktı. Şimdi sadece oynat düğmesine basıp katilin kim olduğunu görmeye gelmişti sıra. Herkes büyük heyecanla bekliyordu. Niran babasının ellerini sıkıca tutmuş “nihayet artık bu ızdırap sonlanıyor baba, annemin katili ortaya çıkacak” dedi.Babasının “nihayet kızım” dediğini duyan ekrem şaşırmıştı.”baba konuşabiliyorsun” dedi.
Niran, oynat düğmesine bastı ve kenara çekildi. Ekranda ilk önce annesi göründü sonra da elinde dense* ile birlikte Niran ekrandaydı.Niran oldukça şaşkın bir şekilde ekrana bakıyordu. Nasıl olurdu böyle birşey, ne arıyordu orada?
Sonrasında olanlara bakmaya kimsenin içi elvermemişti. Niran elindeki dense ile birlikte annesinin kafasını ezerek öldürdü...
Babası elini hemen çekti Niran’ın elinden, Niran diyecek herhangi bir kelime bulamadığından sadece “ben yapmadım, o ben değilim” diyordu.Polisler Niran’ı tutuklayıp götürdüler.Babasının biraz önce konuştuğunu görmüş olan Ekrem hemen babasının yanına koştu ve sarıldı. Babası sessizce ağlıyordu ve o günden sonra bir daha konuşamadı.Zaten kısa bir süre sonunda da kalp krizi geçirerek hayata veda etti..
Ekrem, eski karısı Nilay’ın bunları nereden bildiğini ve bu görüntüleri nasıl elde ettiğini merak etti.O talihsiz olayın ertesi günü Nilay’ı aramaya koyuldu.Birkaç hafta sonunda onu buldu.Nilay’ın anlattıkları tüylerini diken diken etti. Niran, Nilay’a çok kez işkence etmiş ve Nilay da bu sebeple akıl hastanesinde yatmıştı.Ama bunların hiçbirinden Ekrem’e veya bir başkasına bahsedemedi. Çünkü Niran onu sürekli tehdit ediyordu. Niran’ın sinirine hakim olamadığı bir gün Nilay onu takip etmişti. Gece yarısı eve gelen Niran annesini öldürmüştü hem de dehşet verici bir şekilde Nilay da bunu kameraya almaya başarmıştı. Fakat saklaması gerektiğini düşünüp Ekrem’e yazdığı bir mektupta şifrelemiş ve ayrıldıktan sonra öğrenilmesi için dua etmişti. Çünkü abisiyle ayrılması için Nilay’ı tehdit ediyordu Niran.Ölmekten korktuğu için bundan kimseye bahsetmemişti.
Ekrem ve Nilay tekrar biraraya gelmişlerdi..
Babaları bu acı gerçeği öğrendikten kısa bir süre sonra daha fazla dayanamayıp kalp krizi geçirerek hayata veda etmişti..
Niran ise; ömür boyu hapse mahkum edilmişti,akıl hastanesinde...Ve hiç ziyaretçisi olmadı, hatıralarından ve hayallerinden başka..

Yazarın Notu:
Grafolog* El yazısı ve imzadan karakter analizi yapmalarının yanı sıra, el yazılarının ve imzaların orjinalitelerine( sahte olup olmadıklarına) dair de inceleme yapan bilirkişilerdir.
Dense* Özellikle kasapların kullandığı oldukça ağır olan et dövme aleti.
Disosiyatif amnezi* Psikolojik veya duygusal travma sonucu oluşan uzun süreli bastırılmış belleği tanımlamakta kullanılır.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Feray'ın Dehşet Dolu Ölümü

Çöp konteynırının yanındaki kanlı çuvalı gördüğünde irkildi, oradan hemen uzaklaşmayı düşündü , sonrasında merakına yenik düşerek çuvalı itelemeye başladı ayağıyla, bu ona yetmedi çuvalın ağzını çözmeye uğraşırken buldu kendini bir anda. Hem heyecandan hızlı hızlı nefes alıp vermeye başlamış, hem de kalbi göğsünü hızlı atışlarıyla resmen dövmeye başlamıştı.Ama o yine de ordan ayrılamıyor çuvalın içinde ne olduğunu öğrenmek için can atıyordu.
Nihayet merakını gidermesine çok az kalmıştı, çuvalın ağzı neredeyse açılmıştı ki işte o an çığlık atmaya başladı bir anda.Çuvalın kenarından bir kol dışarıya doğru sarkmıştı.Hayır içerideki insan olmamalı diye düşündü ama bir yandan da hırsla çuvalı yırtıyordu.Gördüğü manzara karşısında neredeyse küçük dilin yutacaktı.Adamın gözlerini yuvalarından çıkarılmış bir şekilde yatmaktaydı..
Ne yapacağını bilemedi bir an için, sonrasında polisi aradı.Gördüklerini anlattıktan sonra eve gitti.Ilık bir duşun iyi geleceğini düşünerek duş almayı planladı.Ama o sırada yorgunluktan ve korkudan koltuğa oturabildi sadece.Duştaydı rüyasında yukarıdan gelen ılık suyla gözlerini kapatmış yüzünü yıkıyordu gördüklerini unutmaya çalışırcasına, gözlerini açtığında küvetin kanla dolu olduğunu farketti.O korkuyla birlikte sıçrayarak uyandı.”Bravo işte artık duş almak falan da hayal oldu” dedi kendi kendine..
İyi ama bu nasıl bir hırstı, nasıl bir öç almaydı ki adamı bu hale getirmişlerdi.Belki de ölen kişi suçluydu diye düşündü, sonra belki de sokaktaki serseriler zevk olsun diye öldürdüler zavallı adamcağızı diye düşündü, ne olduğunu bilemeden..
Ertesi sabah, işe giderken cesedi bulduğu yoldan geçmek zorundaydı, ama bunu yapacak takati yoktu.İşyerini aradı gelemeyeceğini söyledi.Evde yatıp dinlenecekti, anca kendine gelebilirdi herhalde. Bu arada da sessizliğe tahammülü kalmamıştı, sanki sessizlik onu korkutur olmuştu, hemen televizyonu açtı. İzlemiyordu ama ses olsun diye açmıştı sadece.Kendisi de koltuğa uzanmış bir elinde sandviç diğer elinde çayı kahvaltısını yapıyordu.Kedisi de pijamalarının üzerinden kucağına tırmandı.” Sen de acıktın değil mi Tonton? pardon” dedi.
Kedisine de mamasını vermiş karşılıklı kahvaltı ediyorlardı.Tonton ismine yakışır şekilde tontondu gerçekten..
Ailesi yanında değildi, Feray iş nedeniyle başka bir şehirde oturuyordu. Feray, kumral , iri gözlü, uzun boylu ve konuşkandı.Ailenin tek çocuğuydu, bu sebeple çok şımarık büyütülmüştü. Ama o kadar iyi bir eğitim almış ve kendini o kadar güzel yetiştirmişti ki küçükken yaptığı şımarıklıklardan eser kalmamıştı..
Akşam yemeği hazırlamak istemedi canı, dışardan birşeyler söyledi.Buraya yeni taşındığından birlikte yemek yiyeceği bir arkadaşı da yoktu henüz.Yemeğin gelmesini beklerken Tonton’un tüylerini okşuyordu, Tonton bir anda kucağından atladı ve bahçeye doğru koşarak gitti.Herhalde tuvalet ihtiyacı var diye düşündü Feray, aldırmadı..
O sırada kapı çaldı.”Eevvveett yemek geldiii” diye sevinerek kalktı yerinden.Yemeğini bitirdikten sonra Tonton’un hala bahçeden dönmediğini fark etti. Meraklanıp bahçeye çıktı ama yoktu hiçbir yerde..Ne yapmalıydı acaba diye düşünürken kapısı çaldı. “Kim acaba” diye söylenerek gitti kapıya doğru.Delikten baktığında kimsecikler görünmüyordu.Kapıyı araladı ve yerde bir kutu gördü.Kutuyu aldı, ağırdı ne vardı içinde acaba böyle???
Kutuyu alıp kapıyı hemen kilitledi arkasından..Kutuyu mutfak masasının üzerine koydu ve açmaya başladı sanki kutuda bir ıslaklık vardı.
Kutuyu açtığında Tonton’un parçalanmış cesediyle karşılaştı.Çığlık çığlığa telefona yapıştı, polisi aradı. Gelen polislere durumu anlattı tam kutu içerisindeki cesedi gösterecekti ki kutunun orada olmadığını masanın üzerine yayılmış kanlarında silinmiş olduğunu farketti.Tabii bunları polislere nasıl açıklayacağını bilemedi.O sırada Tonton bahçe kapısından giriverdi ve Feray’ın bacaklarına sürtünmeye başladı.Polisler Feray’ı yanlış ihbar konusunda uyarıp gittiler. Feray olanlara inanamamıştı. Ama kedisinin yaşadığını görmek de çok güzeldi.Peki bu neydi rüya mı görmüştü, hayır değildi buna emindi..
Aradan haftalar geçmesine rağmen Feray gördüğü olaylar karşısında artık soğukkanlılığını kaybetmişti. O olaydan sonra polisleri birkaç kere daha çağırmış fakat hepsi fos çıkmıştı. Polisler artık kendisine inanmamaya başlamış, mahallede de mimlenmişti deli olarak.
O gece sakin olacağını ve sakin olduğunda halüsinasyon görmeyeceğini kendi kendine tekrarlayarak sakinleşmeye çalışıyordu.O sırada arka bahçesinde bir tıkırtı duydu, ama bakmaya cesareti yoktu ve bakmayacaktı da. Nasıl olsa yine halüsinasyondur dedi.Doktora gitmişti ve doktor bunun olabileceğini söylemişti ona.Ağır haplar kullanıyordu.
Mutfaktan bir ses yükseldi, mikser çalışıyordu, iyi de nasıl..
Mutfağa gitti “hayır bu olamaz” dedikten sonra elleriyle yüzünü kapattı içinden 10’a kadar saydıktan sonra tekrar açtı gözlerini ama hala karşısında dikiliyordu eski sevgilisi. Peki tamam ama ölmüştü sevgilisi..
Hatta cenazesinde o da oradaydı, bu da rüyaydı kesin ama neden gitmiyordu karşısındaki yada neden uyanamıyordu..?
Evet evet şimdi hatırlamıştı bu onun ikiz kardeşiydi..Eski sevgilisi sürekli ikiz kardeşinden bahsederdi ama Feray’la tanıştırmamıştı onu. Neden olarak da habire değişik bahaneler üretirdi.Sevgilisi öldükten sonra ailesinden ikiz kardeşinin akıl hastanesinde yattığını öğrenmişti. Peki tamam herşey anlaşıldı şimdi ama nasıl buraya geldi beni nereden tanıyor diye düşünmeye başlamıştı.O sırada ikiz kardeş konuşmaya başladı. Sesi de aynı sevgilisinin sesiydi ki kendisi de zaten ona “ben geldim hayatım” diyordu.
Feray korkmuştu, ona onu tanımadığını sadece kardeşinin eski sevgilisi olduğunu anlatmaya çalışıyordu.Karşısındaki ise sevgilisinin kendisi olduğunu iddia etmeye devam ediyordu."Peki açıkla o halde" dedi Feray..
Cezmi açıklamaya koyulmuştu hemen..Kardeşinin normal olduğunu fakat onu ziyarete geldiği bir gün ilaçla onu bayıltarak onun giysilerini giydiğini söyledi. Feray “ peki ama sonrasında gerçek nasıl ortaya çıkmadı?” diye sordu."Onun gelmesinden 1 hafta önce uslu durmamaya başladım ve sonunda çok ağır yatıştırıcılar kullanmaya başladılar.Son defasında olanı içmemeyi başardım ve o geldiğinde onunla yer değiştirdim ama sonrasında onun içmemesi mümkün değildi" dedi."Yani bunca zaman sen benim sevgilimdin ve bundan bahsetmedin mi" dedi Feray..
Cezmi ilk başta onunla değil kardeşiyle tanışmış olduğunu anlattı.”Senin resmin vardı cebinde ben de sonrasında o benim olmalı diye düşündüm ve böyle bir plan yaptım” dedi. Feray duydukları karşısında ne yapacağını şaşırmış, kalakalmıştı olduğu yerde.Yani ölen yine de sevgilisiydi.Ne yapmalıydı peki??
Feray, neden bu şekilde davrandığını ve masum insanları öldürdüğünü sorduğunda aldığı cevap karşısında zar zor ayakta durabilmişti.”Seni herkesten kıskandım ben, ama sen sevgilin, yani ben öldükten sonra hemen bir başkasını buldun, bana acı çektirdin, bende onun babasını öldürerek ona acı çektirdim.Ama sonra farkettim ki tek acı çekmesi gereken o değil sende acı çekmelisin” dedi. Feray, ne diyeceğini bilemiyordu. İçinden bir ses kaçmasını söylüyordu iyi de nasıl?
Feray kapıya doğru seğirip koşmaya başladı ama Cezmi’nin umrunda olmadı bu kaçış. Feray kapıyı açamadı bile..
Cezmi arkasından yavaşca süzülüp yanına yaklaştı, Feray, Cezmi’nin sıcak nefesini ensesinde hissediyor ve çok korkuyordu..
Cezmi, Feray’ı yavaşça banyoya doğru çekti ellerini ve ayaklarını bağladı.Küveti kaynar suyla doldurdu ve Feray’ı kucaklayıp küvetin içine attı. Feray’ın tüm çırpınışları ve feryadı boşunaydı.Kaynar suyun içinde dayanacak gücü de kalmamıştı.Cezmi yeterince acı çektirdiğine kanaat getirdikten sonra Feray’ın başını eğip küvete soktu ve tüm çırpınışlarına rağmen kafasını suyun içinden çıkarmadı ta ki vücudu hareketsiz kalana dek...

SEN TAM BANA GÖRESİN:)

Kendinizi aynı anda hem çok mutlu, hem de çok üzgün hissettiğiniz zamanlar oluyor mu?
Benim oluyor bazen..Ve bugün de öyle bir gün..
Hem çok mutluyum hem de çok üzgün, hangisine daha çok yoğunlaşmalıyım bilemedim.İsteyerek de olmuyor zaten böyle şeyler..
Ne hissedeceğinize kendiniz karar veremiyosunuz bir anda oluveriyor herşey..

Şimdi saçmalıyorsun yani böyle birşey nasıl olur demeyin bal gibi de oluyor işte..
Evet mutluyum çünkü iş değiştirme kararı aldım ve sevdiğim bir işi yapacağım için hem çok mutlu hem de çok heyecanlıyım, ama öte yandan eski işyerimdeki arkadaşlarımdan ayrılacağım için de çok üzgünüm. Sonuçta bir daha görüşemeyeceğiz diye bir kanun yok tabii ki, görüşebiliriz bu bizim elimizde ama yine de insan hüzünleniyor ister istemez..

Sonuçta 2,5 sene dile kolay, az bir zaman değil yani..İnsan alışıyor bazı şeylere elinde olmadan ve sonradan onlardan kopmak zor geliyor.En azından bana öyle geliyor. Biraz fazla duygusalım mesela bu da bir gerekçe tabii ki ama her normal insan üzülür sanırım böylesi bir durumda.Çünkü insanlar çok kolay alışırlar ama alışkanlıklardan vazgeçmek de bir o kadar zordur..

Yaaa sende yani kararını vermişsin şimdi numara yapma demeyin, çok ciddiyim.Üzüleceğimi tahmin etmiştim ama bu kadarını beklememiştim açıkcası.. Demek herşey beklenildiği şekilde gerçekleşmiyormuş hayatta bunu da anlamış oldum.

Böylesi bir kararı vermek zor olmalı diyorsunuzdur belki.Aslına bakarsanız haklısınız, kolay bir karar değildi, ama çok çok fazla da zorlanmadım.Şartlar zaten bana kararımı verme konusunda epeyce yardımcı oldu. Yaptığın işi sevmek de çok önemli bir olgu zaten, bende işimi çok fazla sevdiğimi söyleyemeyeceğim, ve şunu da eklemeden geçemeyeceğim; sevmediğin bir işi yaptığında hayat çekilmez oluyor maalesef.. Ama yeni başlayacağım işe RESMEN AŞIĞIM...

Hatta yeni işim için bir şarkı da buldum:)
Sen tam ban göresin
Hadi gel biraraya gelelim
Sen tam ban göresin
O zaman ver elini gidelim
ARTIK ANLADIM SENSİZ YAŞAYAMAM!

Umarım hepiniz için hayat çekilir haldedir, eğer değilse de üzülmeyin beni düşünün..Yapılamayacak hiçbirşey yoktur hele ki kendi mutluluğunuz ve huzurunuz içinse bunlar..Bu sebeple eğer hayatınız çekilmez haldeyse onu çekilir hale getirmek sizin elinizde bunu sakın unutmayın..

16 Nisan 2010 Cuma

TUT Kİ BEN...

Tut ki ben manyağım, manyağım ama öyle böyle değil önde giden cinsinden..
Düşün şimdi, ne yapardın benim yanımdayken?
Korkardın dimi, ben de sen korktukça üstüne gelir seni canından bezdirirdim..harika olurdu diye düşünüyorum..

Tut ki ben tatildeyim, tatildeyim ama öyle böyle değil Bora Bora’dayım..
Düşün bakalım yine, özler miydin beni?
Özlerdin biliyorum, çok özlerdin ama ben inadına biraz daha kalırdım..

Tut ki ağlıyorum ben, ağlıyorum ama öyle böyle değil hıçkırıklar boğazımda düğümlenircesine..
Düşün hadi yine, beni avutmaya çalışır mıydın?
Evet yapardın biliyorum,bense ağlamaya devam ederdim beni sevdiğinden dolayı..

Tut ki ben göremiyorum, göremiyorum ama öyle böyle değil heryer zifiri karanlık..
Düşün tekrar, ışığım olmak ister miydin?
İsterdin biliyorum, kendini bile feda ederdin,bense sana kıyamadığımdan giderdim..

Tut ki ben yaşlıyım, yaşlıyım ama öyle böyle değil yüz yaşıma merdiven dayamışım..
Düşün bakalım,yanımda olur muydun yine de?
Olurdun biliyorum, ama ben seni istemezdim neden mi? o halimi görme diye..

Tut ki ben öldüm, öldüm ama öyle böyle değil kötü bir kazada can verdim..
Düşün bakalım, üzülür müydün?
Üzülürdün biliyorum, bense sana bakardım hep bir yerlerden..

Tut ki ben senim, sen de ben..
Düşünüyor musun hala?Ne yapardın bu durumda ben olarak?
Ben söyleyeyim sen olarak; hep severdim,bıkmadan,usanmadan...

CUMA!...



Yuppiii bugün Cuma:)
İçimde bir sevinç bir sevinç ki sormayın gitsin..
Yarın Cumartesi hafta sonu ve ben özgürüm..Hepimiz özgürüz..

Özgürlüğü hiçbir şeye değişmem, kişisel tahminlerime göre siz de öylesinizdir mutlaka:)
Sana ait zamanın var, istediğin gibi değerlendir ayy yazması bile heyecan verici..

Aslına bakarsanız bugün mutlu olmamın başka nedenleri de var.İçimde tuhaf bir hisle uyandım bu sabah ve sabahın 6’sından beri de uyanığım.Güzel başlayan bir gündü, sabah kahvemi içtim dizimi seyrettim ve gülmekten çatladım:)

İçimdeki his beklediğim güzel haberlerin gelmesine vesile olur umarım. O haber geldiğinde mutlaka paylaşacağım merak buyurmayınız:)

Öyle işte bugünün son iş günü olmasının verdiği sarhoşlukla içim bir hoş,
Yazarken saçmalamış da olabilirim..Olsun önemli değil ki nasıl olsa bugün Cuma..:)

15 Nisan 2010 Perşembe

KORKUSUZ ADAM...

Karanlık sokağın ortasında bir gölge beliriverdi birden bire,
Ne oluyor demesine kalmamıştı ki bir patırtı koptu derinden,
Her yer sallanmaya başlamıştı, herkes çığlık çığlığa koşuşurken,
O olduğu yerde durmuş kalabalığı seyrediyordu sessizce..
Zamansız gelen telaşın içinden geçen çaresiz insanlar,
Soğuk bakışlar, kan, korku herşey birbirini kovalıyordu,
Neden olduğu belli olmayan bir sarsıntıydı bu ama deprem de değildi,
Peki neydi Allah aşkına!
Kesinlikle şamatadan başka birşey değildi bu,
Yersiz, zamansız bir kargaşa,
Ama doğaldı bunun olması diye düşündü sonra içinden,
Ne de olsa savaş halindeydi ülkesi,
Ne kadar berbat birşey bu diye haykırdı içinden,derinden,
Sanki iç organları yavaşça kendilerini boşluğa atıyorlardı,
“Savaş kötüdür, barış en iyisidir” dedi önünden geçen insanları yakalamak istercesine eğilerek,
Kimse bakmıyordu ona, herkes can derdinde koşuşturuyordu sağa sola,
Ne bitmez bir sarsıntıydı bu derken silah sesleri, bomba sesleri birbirine karıştı,
Sadece patlayan bomba sesleri ve çığlıklar vardı artık,
Kimse kimseyi duymaz olmuştu,
Ne bitmez bir çileydi bu böyle, ne yapmalıydı peki böylesi bir durumda,
Düşünmekle olacak iş değildi, eğer savaşılacaksa o da savaşmalıydı,
Ama korkuyordu, kimseye belli etmiyordu ama içten içten bir korku sarmıştı tüm benliğini,
Evet evet artık emindi kendinden, korksa da bunu yapmalıydı, yapmak zorundaydı,
Başka bir alternatifi yoktu, ülkesine zorla girilmiş ve her yer talan edilmekteydi.
Koştu silahını aldı, cepheye doğru sanki uçarak gitmişti,
Kendini bir anda çapraz ateşin içinde buluverdi, iyi ama daha önce böyle birşey yapmamıştı,
Peki tamam şimdi sakin olmalıydı, diğer şekilde bir yarar sağlayamazdı kimseye,
O da ne füze mi atmıştı düşman askerleri, bu sefer sıçmıştı işte hayatta kurtulamazdı bu durumdan
Kararını çabucak verdi, madem ölecekti kaçarak değil savaşarak ölmeliydi,
Füzenin geldiği yöne doğru yürümeye başladı, füze gitgide yaklaşıyordu,
Ama yaklaştıkça korkusu azalıyordu sanki,
Füzenin kulak tırmalayan sesinin yaklaşmasıyla birlikte ona çarpıp parçalaması bir oldu..

Bir anda düştüğü yerden kalktı, gözlerini açtı, doğruldu iyice ve vücudunu kontrol etti,
Sağlamdı, hiçbir şeyi yoktu, iyi de nasıl olmuştu bu derken seslerin kesildiğini fark etti,
Etrafına baktı, odasındaydı ve sadece yataktan düşmüştü...)

14 Nisan 2010 Çarşamba

İNSAN OLABİLMEK!...

Ne iğrenç ne salak insanlarla birlikte yaşıyoruz..
İğreniyorum bazen insanlardan.. Sen nesin sanki pekin ördeği misin diyorsunuzdur şimdi ee haklısınız ben de insanım.
Ama bana sorarsanız insanlar tek tür değil. Birkaç türü birden içerisinde barındıran bir cinsiz biz.Ama nedense hepsinin de görüntüsü aynı..
Mesela; goril,şempanze,şebek falan diye ayrılıyor yaa maymun türleri ama birbirinden biraz daha farklı dış görünüşleri var onların..
Biz hepimiz aynıyız, ama bizim de düşüncelerimiz, davranışlarımız farklı işte tür ayrımı da burada başlıyor zaten.

Kimisi pek düşünemez, beyni yoktur..Fazla zorlamamak lazım bu türleri çok üstüne gidildi mi intihara meyleder..
Kimisi fazla akıllıdır,beynindeki lobların çoğunu çalıştırır ama onlarda hayattan zevk alır mı acaba bilemiyorum bence tartışılır..
Kimisi normaldir ki, çoğu insan bu tür içine girer; ama şuna dikkat çekmek istiyorum normal insanlar da kendi aralarında türlere ayrılır.Habire türlere ayrılır falan diyorum yaa birden okul günlerim geldi aklıma:)

Normal insanlar 3 türe ayrılır:
1.tür; gerçekten normal olan insanlar,
2. tür; normal olduğunu sanan insanlar,
3. tür; normal olan fakat başkalarından daha üstün olduklarını düşünen insanlar..

Tahmin ettiğiniz üzere en tehlikeli tür 3. tür insanlar oluyor. Hepimiz illa ki bu tür insanlarla istemeden de olsa bağlantı içinde olmuşuzdur.
3. tür insanlara biz halk arasında o kadar değişik isimler veririz ki saymakla bitmez, tek bir kelimeyle sınırlı kalamıyoruz maalesef, türleri müsait değil tek kelimeye zaten.. Konuyla ilgili birkaç örnek; Salak, aptal, dingil, gerizekalı,moron,kendini beğenmiş,O...pu,o...pu çocuğu, pe...nk, hayvan, öküz, şerefsiz vs. vs. diye uzar gider bu liste böyle.Siz zaten biliyorsunuz diğer isimlerini:)

Peki iyi güzel de benim anlamadığım nokta şu; neden onlarda bizim gibi insanmış gibi nitelendiriliyorlar..
Bazıları adamı katil eder cinsten oluyorlar zaten (ki bu tipi çok iyi bilirim) bazen insan Allah yarattı demeyip öldürmek istiyor, hem de işkence ederek.. Ama ne var ki yasalar buna izin vermiyor. İnsan Hakları var diyorlar. Sen “Yahu kardeşim iyi güzel de bu insan değil ki” desen de, onu insan sınıfına, adam sınıfına koyuyorlar ve adam öldürdün diyorlar.Halbuki insanlığın yanından geçmemiş ki..

Bazen bu tiplerin uzaydan gelip bizi incelediğini falan düşünüyorum açıkcası..Üstleri bunları insan kılığına sokup dünyaya göndermiş demişler ki; gidin ve insan ırkının sabırlarının sınırlarını zorlayın..Bilmem belki de gerçeklik payı vardır, bazen inanıyorum yani..

Bir de bunların salak olup da kendini çoook akıllı sanan, çok kültürlü sanan tipleri var ya..Deli ederler adamı.. Ya Allahın salağı bilmediğin konuda konuşma, konuştukça batarlar, battıkça daha da konuşurlar, herşeyin içine ederler. Sende eğer bu tiplerin mecburen yakınlarında bulunuyorsan, aaa o da ne büyük piyango sana vurmuş, sinir hastası olmuşsun...Tebrikler!

Bence bunlar insanlıktan bir haber insan müsvetteleri.. Yahu sana birşey yapmayan, yardım eden, saygılı davranan bir insana neden kin güdersin ki, be Allahın sersem kulu.. Hayvan bile onu sevene, birşey yapmayana dokunmuyor.Hatta üstüne bir de sevgi gösterisi yapıyorlar ve farkında mısınız biz onlara hayvan diyoruz. Halbuki bu bahsettiğim tipteki insanlardan daha insanlar..

Bu arada üniversite bitirmekle,doktora yapmakla falanla filanla da insan olunmuyor.Niceleri var ne güzel okulları okuyup bitirmiş, hatta kendi alanlarında başarılı olmuş canlılar, ama ne yazık ki hepsi insan değil(insan olanları tenzih ederim)..Okumakla insan olunmuyor ki keşke olunsa ama olmuyor işte..

İNSAN OLABİLMEK; vicdanlı olabilmektir, insanları sevebilmektir, özür dilemeyi bilebilmektir, affedebilmektir, yardım edebilmektir, saygılı olabilmektir, sadık kalabilmektir; insan olabilmek YARADANA ŞÜKREDEBİLMEKTİR...

İnsan olmayanlara insan denmemesi dileğiyle...)

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dostluk ve İnsanlık arasındaki ince çizgi..

Ben nasıl bir insanım diye düşündüğünüz zamanlar oluyor mu?..eveeeettt
Başkaları tarafından nasıl biliniyoruz acaba, bizim için ne düşünüyorlar, seviyorlar mı bizi, yoksa aman bizden uzak olsun diye mi düşünüyorlar, acaba etrafımıza neşe mi saçıyoruz ,yoksa onları sıkıyor muyuz, keşke hep yanımda olsa denilen arkadaşlardan mıyız, yoksa olsa da olur olmasa da denilenlerden mi???? vs vs..
Bu sorular bu şekilde uzar gider peki en önemli birkaç soru hangisi? Bence şunlar..

Acaba biz kendimizi yeterince seviyor muyuz ki karşımızdakilerin sevmesini bekliyoruz?
Arkadaşlarımıza karşı anlayışlı mıyız, onları anlıyor ve hep yanlarında oluyor muyuz?
Ve arkadaşlıktan anladığımız nedir?

Bunları hiç düşünmeden hemen cevaplayıp ardından da gülebiliyorsanız, harikasınız..

Eğer kendimizi seviyorsak, arkadaşlarımıza karşı anlayışıysak zaten en önemli sınırlar kalkıyor, sonrasında arkadaşlığımızı sorgulamamız kalıyor geriye.
Arkadaşlık herkese göre değişen bir kavram olmakla birlikte bazı olmazsa olmazlara sahiptir bence!
Arkadaşlarımızı kendimiz seçeriz mesela, belki de bizi yansıtırlar, kimisiyle daha samimi oluruz kimisiyle yüzeysel kalır arkadaşlığımız..

Dostum dediğimiz insanlar azdır çünkü herkesten dost olmaz..
Dost dediğin, hep kendi sorunlarını anlatıp karşısındakini dinlemeyen değildir.Kimi zaman sen kimi zaman o anlatacaktır.Çıkar ilişkisi denen birşey yoktur dostlukta eğer varsa dostluk değildir onun adı..
Sadece iyi günde yanımda olan kötü günümde bana sırtını dönen insana arkadaşım demem ben mesela, çoğu insan da benimle hemfikirdir bu konuda..
Dostluk beraber gülebilmek, beraber ağlayabilmektir.Kısacası PAYLAŞMAKTIR....
Dostluk birbirini iyice tanımak ve inanmaktır.Kısacası GÜVENMEKTİR...
Dostluk sadece lafla değil gerçekten dost için birşeyler yapabilmektir.Kısacası FEDAKARLIKTIR...
Dostluk sadece iyi günde değildir.Kısacası SÜREKLİ OLANDIR...
Dostluk birbirine karşı anlayışlı olmak ve zaman zaman karşındaki olabilmektir.Kısacası AYNAYA BAKABİLMEKTİR...
Dostluk rahatça kendini ifade edebilmektir.Kısacası KONUŞMAKTIR...

Dostum olarak nitelediğim insanların elimden geldiğince her daim yanında olmaya çalışırım..Dostluk kolay bulunmaz değil mi? Kesinlikle haklısın diyorsunuz şu an.. Evet haklıyım çünkü bu su götürmez bir gerçek!...
Ama dostum olmayıp da dostummuş gibi davranan, sonra da arkamdan iş çeviren insanların da vay halinee..Gerçi o tiplere insan da denmez yaa neyse, bayağılaşmış, sığ, beyni olmayan insanların toplumda bile yeri yok bence..Midem bulanıyor bu tip insanları gördükçe, bir de insanız diye geçiniyorlar yaa işte o zaman kendi insanlığımdan tiksiniyorum.Onlar insansa eğer ben hayvan olmayı yeğlerim açıkcası. Maalesef ki bu tip insanlarla bir arada yaşıyoruz, zaman zaman da karşılaşıyoruz..İşte bu tiplerden bırak dost olmayı beklemeyi, insan olmayı bile beklememek lazım..

Çok sevdiğim, rahmetli Barış Manço’nun şarkısından ufak bir dizeyle bitiriyorum..

Barış der her bir yanın altın gümüş taş olsa,
Dalkavuklar etrafında el pençe divan dursa,
Sapa kulba kapağa itibar etme etme dostum;
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok.
Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum;
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok...

Hayatı Yaşamaya Değer Kılmak..

Dünyaya bir daha gelecek miyiz?
Hayır dediğinizi duyar gibiyim, evet haklısınız bu ilk ve son hakkımız ve bunu da güzelce değerlendirmeliyiz bence..
Günlük işler bitmez hiç, her gün aynı terane yaparsın bitirirsin, ertesi gün tekrar ertesi gün tekrar devam..Peki bunun dışında birşeyler yapmazsak hayatımız tekdüze olmaz mı? hem de nasıl..
Bu sebeple kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza ve sevdiğimiz zevk aldığımız işlere zaman ayırmalı ve hayattan haz almalıyız..

Yoksa bu hayat çekilmez, kimisi şiir yazmaktan, makale yazmaktan hoşlanır, kimisi oyun oynamaktan, kimisi sadece gevezelik etmekten, kimisi fotoğraf çekmekten, kimisi seyahat etmekten, kimisi yemek yapmaktan, kimisi şarkı söylemekten,kimisi yeni birşeyler öğrenmekten, kimisi değişik tarzda el işleri üretmekten zevk alır.Her insan farklıdır ama her insanın zevk aldığı bazı şeyler mutlaka vardır ve bunlar yapılmazsa yavaş yavaş depresyona doğru gider bu yol..

Hayatı yaşamaya değer kılmak bizim elimizde, çekilmez hale geitrmek de yine bizim elimizde..
Bazen çok kötü zamanlardan geçeriz, bunalırız, sıkılırız ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelir bize ama inanın bitiyor..
Ama sırf bu böyle, şu şöyle diye kendimizden vazgeçersek sonumuzu hayır etsin Allah..

Bu sebeple şu güzel şarkı sözleriyle yazımı noktalamak istiyorum.
Hayat dudaklarda mey, eğlen oyna durma hey, yaşamak ne güzel şey...

11 Nisan 2010 Pazar

sakin...

Ne yapacağınızı bilemeyip sinir krizi geçirecek gibi olduğunuz zamanlar oluyor mu hiç?
Benim oluyor maalesef, yaşayarak tecrübe etmenizi istemem ayrıca..

Bunun bir sonu var mı, ne zaman son erecek, bende mi bir anormallik var, neden her şey ters gidiyor diye düşündüğümüz zamanlar oluyor hep.. Kısaca şöyle cevaplayayım; birincisi her şeyin bir sonu vardır, ikincisi geçirilen kötü zamanların ne zaman sona ereceğini söyleyemem ama mutlaka sona eriyor bunu söyleyebilirim sanırım, üçüncüsü korkmayın gayet normalsiniz sadece hepimiz zaman zaman kendimizi anormal hissedebiliyoruz, son olarak da her şey ters gitmiyor mutlaka içlerinden bazıları biz ters gittiğini düşündüğümüzde dahi iyi gidiyordur sadece her şeyin ters gittiğine kendimizi o kadar kaptırmışızdır ki iyi olanları gözden kaçırmaya başlamışızdır..

Sonuçta her şey düzeliyor, her zaman kötü bitmiyor ama bunun için sabırlı olmamız gerekiyor sanırım yoksa kendimizi yıpratırız hepsi bu..

7 Nisan 2010 Çarşamba

Ben Çok Şanslı Birisiyim! Neden mi?

Ne var biliyor musunuz, insanı çok mutlu eden birşey bu bahsedeceğim konu..
Hazır mısınız?
Orda mısınız?
Tamam tamam sabırsızlanmayın söylüyorum..
Gerçek Dostluk...
Ee söyledim işte ne bekliyorsunuz hala:)
Dostluk gibisi var mı yaa, yok tabii ki!

İnsanın başı sıkıştığında, sıkıldığında, birisiyle konuşma ihtiyacı duyduğunda, yardıma ihtiyacı olduğunda, sevinçli, mutlu bir haberi karşısında kahkahalar atarak paylaşmak istediğinde,kendini kötü hissettiğinde,birinin omzunda ağlamak istediğinde, kendisini sıkılmadan dinleyecek birilerinin varlığını bilmek mükemmel bir duygu olsa gerek demiyorum neden mi demiyorum..
Çok sabırsızsınız:)
Demiyorum çünkü ben bu duyguyu biliyorummmmmm..
Çünkü benim dostlarım var hem de gerçek dostlar öylesine iyi gün dostu değiller...

Ne kadar şanslı olduğum hakkında bir fikriniz var mı?
İnşallah bu yazıyı tüm okuyanlar şanslı olduğum konusunda hemfikirdir.Bu illa beni tanımanızı gerektirmez, benim şanslı olmam gerçek dostlara sahip olmamla alakalı olduğundan eğer sizlerinde gerçek dostları varsa şanslı olduğum konusunda hemfikiriz demektir..
Umarım da öyledir..
Sizler de gerçek dostlara sahipsinizdir..

Dostluk, harika bir şey gerçekten..
Düşünsenize; size sevgiyle bakan gözler var etrafınızda, saçma bir espri yaptığınızda bile gülen, siz üzüldüğünüzde sizinle üzülen, güldürmek için türlü şebeklikler yapan, elinden gelen bir şey olduğunda derhal yapmaya hazır, en önemlisi de karşılık beklemeden seven.. Gerçekten şanslıyım..
Tabii ki ben de dostlarımı aynı duygularla seviyorum, onlar benim için çok değerli, iyi ki varlar..

İyi ki varım.
İyi ki varız..
İyi ki varsınız...

Gerçek dostlukların ve güzel günlerin hiç bir zaman kaybolmaması ümidiyle...

Çok Sinirliyim..

Bazen çok uzaklara gitmek istediğiniz, herkesten, herşeyden uzaklaşmak istediğiniz zamanlar oluyor mu? Benim oluyor hem de bu ara çok sık oluyor..
Saçma sapan, tekdüze, insanların birbirlerini anlamadığı yada anlamaya çalışmadığı, soğuk, gülümseme olmayan,yapmacık,çıkarcı,mutlu olunamayan bir hayat yaşamaktan bıktım..Kendimi uzak diyarlara atmak istiyorum, olabildiğince uzağa...

Nedenini de anlayabilmiş değilim zaten, neden bu yapmacık tavırlar, neden kimse olduğu gibi davranmıyor sahte gülümsemeler, samimi olmayan cümleler nereye varacaklar böyle anlayamıyorum.
Halbuki herkes birbirine sevecen davransa, anlamaya çalışsa, içten bir gülümseyişle günaydın dese, saçma sapan şeylere takılmasa hayat ne kadar güzel olurdu düşündünüz mü hiç? ben düşümdüm ve bulduğum cevapla çok sinirlerim bozuldu.

Bu anlattıklarımı hayata geçirmek zor olmasa gerek, kendin gibi davranmak, insanlara elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışmak, içten ve samimi olmak zor değil yaa.. Peki neden bu saçmalıklar var hayatta?
Ahh bir anlasam, bir anlasam...

Her gün yeni bir saçmalıkla yüz yüze gelmek ne iğrençtir bilirsiniz..Ne zaman sonu gelecek bunların dersiniz ama gelmez lanet olsun gelmez..Ama bir gün gerçekten gideceğim buralardan..Nereye mi? Açıkcası ben de bilmiyorum ama gideceğim..Bunaldım, sıkıldım, afaganlar bastı beni burda..Şu an bir sinir harbi içinde olduğumdan saçma cümleler kuruyor olabilirim, bilmiyorum ama sonuçta beklediğim ve istediğim kötü ve yanlış bir şey değil ama sanırım bu yüzyılda ve bu insanlarla gerçekleşmesi neredeyse imkansız..

Eskiden mi yaşasaymışım acaba diye düşündüğüm zamanlar da olmuyor değil hani.Belki de daha güzel zamanlardı..
Umarım bizden sonrakileri daha kötü zamanlar beklemiyordur..

5 Nisan 2010 Pazartesi

Havuç Kafalı Kızın Hikayesi..


Çocukluk günlerim geldi bugün aklıma nerden estiyse artık:)
Babamla uçurtma uçurduğumuz, top oynadığımız, babamın sırtına çıkıp insanlara tepeden bakan bir edayla göz süzüşlerim geldi aklıma..
Ne güzel günlerdi onlar, keşke geri getirebilsem..

Arkadaşlarımla yakar top oynardık, ip atlardık, dokuz taş oynardık, saklambaç, körebe, yerden yüksek, ebe tura bir iki üç:) ve ismi şuan aklıma gelmeyen bir sürü oyun daha..Şimdi isimleri ne kadar komik gelse de o zamanlar bayılırdık bu oyunlara..

İtiraf ediyorum ben biraz mızıkçıydım:) yanardım,ebe olurdum ama hep çamura yatar bir bahane bulurdum..Arkadaşlar da sağolsun kabul ederlerdi severlerdi beni galiba:) çocukluk günlerini herkes özlüyordur illa ki, hele de güzel geçmiş tadına doyulmaz bir çocukluksa bu...

Çocukken herşey harika görünürdü gözüme; tek derdim acaba bana kim çikolata alacak, ne zaman parka gideceğiz, bayram gelse de bayramlıklarımı giysem,balon istiyorum alsalar ya bana..
Uçan balonlarımı da hep gökyüzüne salardım sonra da arkasından ağzı açık ayran budalası gibi bakardım:) hoştu, güzeldi, balonlarımın bulutları geçip uzaya gittiğini sanırdım...Çocukluk işte..

Denizi çok severdim mesela, yüzmesem bile görmem lazımdı denizi, eğer yakınından geçiyorsak da taş atmalıydım mutlaka..Bir keresinde İstanbul’dan Trabzona gidiyorduk.Bilenler vardır, Samsundan sonrası hep deniz, tabii ben küçüğüm daha başlarmışım “otobüsçü amca durdursun otobüsü ben denize taş atayım” diye:) Annem de kızım olmaz şudur budur dese de anlayan kim; biraz da sevimlimiy mişim ney mişim severlermiş beni, sonra otobüsçü amca otobüsü durdurdu da ben denize taş atıp rahatlamıştım o günü hiç unutmuyorum:) sağolsun otobüsçü amca...

Bir de diğer kız çocuklarının aksine durup vitrinlere bakmaktan nefret edermişim annemler bakarken ben yürür gidermişim, tabii bu arada ellerini falan da tutmazmışım büyüğüm yaa:) bir kaç kere annemler kendilerince plan yapıp benden saklanmışlar bir tanesini hayal meyal hatırlıyorum, ben her zaman ki gibi onlar vitrine bakarken vın devam yola ama arada da döner bakarmışım geliyorlar mı diye, geliyorlarsa devam yola:) ama o gün bir döndüm arkamı ki kimse yok hep yabancılar sağa bakmışım sola bakmışım biraz koşuşturmuşum falan sonra da başlamışım ağlamaya:) bir abiyle bir abla tuttu elimden sonra “ne oldu sana tatlı kız kimse yok mu yanında”dediler. Bense ağlamaklı bir sesle ancak “kayboldum” diyebilmişim:) Tabii bu arada annem ve babaannem beni diğer sokağın köşesinden izliyorlar bana ders olsun bir daha yapmayayım diye, en son geliyolar herkes konuşuyor anlaşıyor falan. Aradan iki dakika geçiyor annemler vitrine bakarken ben yine arkama bakmadan yola devam...hala daha da öyleyimdir,nedense bir sinir harbi başlatıyor ben de öylesine vitrinin önünde dikilip içerdekileri seyretmek...

Bir de erkek çocuklarla futbol oynardım, misket oynardım çok eğlenceli gelirdi bana:) Bebeklerimle de oynardım hatta kafama göre yıkar, saçlarını keser, kendimce makyaj yapıp stillerini değiştirirdim ama erkek çocukların oynadığı oyunlar da bir o kadar ilgimi çekerdi açıkcası.
Ortaokula kadar gitmişti bu, hep oynardım sonra genç kız oldum ya bırakıverdim oynamayı:) ama maçları hala daha hop oturup hop kalkarak izlerim, futbol aşkı işte...

Hiç hoş bişey değil bu bahsedeceğim hadise fakat erkek çocukları döverdim bir de, cadı bişeymişim ben yaaa:) Ama haksızlığa dayanamazdım ne yapayım.Gücüm de yetmezdi zaten ama hileyle döverdim işte.Bir tanesi beni kızdırmıştı iri yarı da bir çocuktu dövemeyeceğimi biliyordum ama birşey yapmam lazımdı.Mahallede inşaat vardı ordaki kumları avucuma doldurup çocuğun suratına atmıştım, o gözlerini tutarken de tekme, tokat, yumruk Allah ne verdiyse dövmüştüm:) tabii sonra topuk...Birkaç gün sokağa çıkmamıştım korkudan:) Ama her ne yaptıysa çok kızdırmıştı beni demek ki o kadar da cazgır değildim hani..küçük bir hanımefendiydim:))duy da inanma hesabı...

Bir de herkesi eve davet edermişim oturmakta yetmez yatıya gelin dermişim.Hadi tanıdıklar tamam ama beni sokakta seven yanağımı sıkan amcalara,teyzelere, abilere, ablalara da aynısını dermişim:) İnsanları seviyormuşum demek ki:) şimdi de seviyorum ama artık adamına göre muamele yapar oldum..

Annemin amcasını kendi dedem gibi severmişim kendi dedem İstanbulda değildi çünkü. Annemin amcası da beni çok severdi zaten ee ben de onu tabii ki. O zamanların son model mercedeslerinden vardı Talip amca da,çok severdim arabaları ben de , evlerimiz de biraz uzaktı ne yazık ki her zaman görüşemiyorduk.Kızları da teyzem gibiydiler onları da çok severdim hala da severim..Bir de o zamanlar revaçta olan karaşimşek dizisi vardı büyükbabamın kucağına oturur tek bir bölüm bile kaçırmadan izlerdim hep.Saat aldırmıştım saatten anlamadığım halde sırf kit’le konuşmak için:)
Kendi kendime söylenirmişim bazen, “keşke Talip amcayla bizim evlerimiz yapışık olsa Talip amcanın arabası da karaşimşek olsa” diye hala daha anlatır gülerler bana:) Çocuğum ne yapayım.Hayal gücü de biraz fazla çalışınca böyle oluyor demek ki:)

Habire hikaye anlatırmışım herkese; hikayelerin hepsinde de havuç kafalı ,lüle lüle saçları olan çilli, tatlı, çoook güzel bir kız olurmuş mutlaka, hikaye bu kızcağız erafında dönermiş hep, kah prenses olurmuş, kah çocuk, kah alice olurmuş kah kendisi, ee tabii ki tahminleriniz üzere o bendeniz oluyormuşum hep..Tabii beni uyutmak için yanıma gelenlere böyle hikayeleri anlatıp da onları uyuttuktan sonra içeriye gidişimi ve içerde bir kahkaha kopmasını söylemiyorum bile:)

Çocukluk çok güzel birşey gerçekten ben daha doyamadan çocukluğuma bir de baktım büyümüşüm ne kadar çabuk yaaa..
Zamanı tutamıyoruz maalesef, keşke tutulsa tekrar çocuk olmak isterim.O zaman büyükler derdi hep ahh ahh çocukluk ne güzel insan büyüdükçe dertleri de büyüyor diye, gülerdim ah bir büyüsem derdim. Şimdi anlıyorum ki hepsi çok haklıymış çocukluk gibisi yokmuş. Ekmek elden su gölden en büyük derdin çikolata, balon, yeni ayakkabılar, park:)))

Ahhh ahhh çocukluk gibisi yok...
Hem masum, hem mutlu, hem de huzurlu...

1 Nisan 2010 Perşembe

Karanlığın Ardından Doğan Güneş!...

Herşeyden sıkıldığın bir anda güzel bir haber almak gibisi yoktur..

Gergin yüz kaslarının gevşemesine, damarların genişlemesine, nefesin daha rahatlıkla alınıp verilmesine, stresin birden bire sanki yok olup sırtındaki büyük yükün bir kenara fırlatıp atılmasına kadar gider..

Yüz kaslarının gevşemesiyle gözlerin içi gülmeye başlar, bu da göz etrafında kırışıklıklara neden olur ama böyle güzellikler arasında kırışıklığınm lafı mı olur..Bence olmaz..

Bazılarınız beni şuan çok iyi anlıyorlardır belki de.. Beni anlayanlar; sinirden patlama noktasına gelmiş, göz bebeklerin büyümüş, dişlerini uzun süre sıkmaktan artık ağrımaya başlamış, yüzün asık, aman Allahım şimdi ne olucak, acaba bugün ne duyucam gibi düşüncelerden kafan bir dünya olmuş, hiçbir şeyden zevk almamaya başlamış, sanki hayattan olan beklentilerinden bile vazgeçmiş, kendinden bıkmış bir bireyken; tüm bunları değiştirecek bir haber almak nasıldır bilirler...

İşte tüm bunların üzerine kaymaklı kadayıf gibi gelir bu haber, sevinçten ne yapacağını bilemez bir halde olursun ilk önce, ben öyleyim şahsen.. sonra yavaş yavaş ,idrak etmeye başlarsın bazı şeyleri, ve şükredersin, "Allahım bana bugünleri de gösterdin şükürler olsun sana" diye...

İnsanız ve hayatta kimbilir daha nelerle karşılaşacağız bilinmez..
Ama ben şunu anlıyorum bu durumdan; her karanlığın arkasından mutlaka güneş doğuyor, kuş cıvıltıları ve gülümseyen yüzlerle birlikte..
Hayatın anlamı değişiyor o anda..

İşte o an; eşi bulunmaz bir an..Her an bunun gibi eşsiz anların keyfini çıkarmak dileğiyle..